bakara suresi1 3
56:46

Bakara Suresi 1-3 Tefsiri

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bakara Suresinin Muhtevası ve ilk üç ayeti bu bölümümüzde kısa olarak Ali Küçük Hocamızın anlatımı ile alınmıştır. İlgili videoda aynı anlatımlar olmakla birlikte yazı olarak da sitemize aktarılmıştır.

Mushaf’taki sıralamaya göre ikinci, nüzûl sırasına göre 87, uzun sûreler bö­lümünün de ilk sûresidir. Âyetlerinin sa­yısı 286 olup Medine’de nâzil olmuştur.

“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”

Hamd âlemlerin Rabbi olan Al­lah’a aittir. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, âline ve as­habına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü Sen dualarımızı işiten ve her şeyi hak­kıyla bilensin.

Rasulullah Efendimizin Medine’ye hicretinden sonra ilk inmeye başlayan sûre Bakara sûresidir. Bununla beraber en son tamamlanan sûre de yine Bakara sûresidir. Az önce ifade ettiğimiz gibi Medine’de inmeye başlayan Ba­kara sûresi Mekke’de gelen Fâtiha sûresinin hemen arkasına yerleştiril­miştir. Fâtiha sûresi:

“Ya Rabbi bizi doğru yola, sırat-ı müstakime ulaş­tır!” Diye bitiyordu. Bakara sûresi de:

“Bu bir kitaptır ve hidâyettir”

Diyerek söze başlıyor. Bizim Fâtiha’daki talebimizin cevabı olan bir ifadeyle başladığı için sûre buraya yerleştirilmiştir diyoruz Allahu âlem. Sûreyle alâkalı meleğin Rasulullah’a şöyle dediği rivâyet edilir:

“Ey Muhammed müjdeler olsun! Sana iki nûr ve­rildi ki onlar senden önce hiçbir peygambere verilme­miş­tir. Bunlardan biri Fâtihat’ül kitap diğeri de Bakara sûre­sinin son âyetleridir. (Müslim: Misafirîn, Nesâî: İftitah 25)

Bundan ötürüdür ki bu sûrenin bir başka adı da “Âyet’el Kürsî” sûresidir. Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerîm’in sûreleri genellikle ya belli bir kıssanın, ya özel bir ismin, ya da sûrede kendisine dikkat çekilmek istenen özel bir konunun adıdır. Meselâ Âl-i İmrân sûresi, Nisâ sûresi, Kehf sûresi, İsrâ sûresi gibi sûreler başlıklarının sembolize ettiği ko­nuları kapsamaktadır.

Bakara sûresinin adı da sûrenin 67,73 âyetlerinde geçen Hz. Mûsâ ile kavmi arasında cereyan eden bir diyaloga yer veren Bakara kıssasından alınmıştır. Fakat bu isim sûrenin konusunu, muhtevasını bildirmek amacıyla verilmiş bir isim değildir.

Ve bu isim, Bakara ismi nasıl ki Ali, Veli gibi isimler başka dil­lere tercüme edilemediği gibi inek veya buzağı şeklinde de ter­cüme edilemez. Belki de İsrâil oğullarının bu inek hadîsesi sadece bu sû­rede anlatılmış olduğundan sûreye bu isim verilmiştir, diyo­ruz.

Sûrenin “Senâm ve Zehra” diye iki adı daha vardır. Al­lah’ın Rasûlü: “Her şeyin bir senâmı (zirvesi) vardır. Kur’an’ın zir­vesi de Bakaradır.”buyurur. Yine başka bir hadislerinde de: “İki zehrayı çok çok okuyun! Bunlardan biri Ba­kara, diğeri de Âl-i İmrân’dır.” buyurur.

Demek ki eğer Kur’an’ı canlı bir cisme benzetirsek Fâtiha sû­resi bunun başını, Bakara sûresi gövdesini, diğer sûreler de öteki uzuvlarını teşkil edecektir. Sûrenin muhtevasına, şöyle genel olarak bir göz atacak olur­sak: Sûrenin ilk girişi Kur’an’ı bir kulluk ve hidâyet kitabı olarak ilan eder. Sanki Fâtiha sûresindeki bizim:

“Ya Rabbi, ne olur bize sırat-ı müstakimini göster! Bizi hidâyet yoluna iletiver ya Rabbi!” (Fâtiha 6)

Şeklindeki duamızın, talebimizin cevabı olarak Rabbimiz, kar­şımıza kitabını serip: “Kullarım! Gerçekten hidâyet, gerçekten doğru yol istiyorsanız, işte kitabım! İşte hidâyet! Haydi buyurun onunla be­raber olun!” Buyurarak kitabını hidâyet ve kulluk kitabı olarak ilan eder. Ve ardından da hemen imanın temellerini ortaya koyar. Allah’a, peygambere, peygamberliğe, âhirete, öldükten sonra tekrar dirilmeye olan inancı belirler.

Ve bu inançla alâkalı olarak, insanları kabul etme ve red­detme hususunda üç gruba ayırır: Müminler, kâfirler ve münâfık­lar. Sonra Hz. Adem’in yeryüzünde Allah’ın halîfesi olarak tayin edilmesi, Hz. Adem’in cennetteki hayatı, şeytanın saptırmalarına kapılması, buna bağlı olarak cennetten çıkarılması, sonra tevbe edip Allah’a iltica et­mesi, tevbesinin kabul ediliş olayı anlatılarak Adem soyunun hidâ­yette olabilme ve kalabilme yolları gösterilmiş­tir.

Daha sonra hidâyete dâvet, özellikle İsrâil oğullarına yönelti­lir. Ve uzunca İsrâil oğulları kıssası söz konusu edilir.

Kur’an, Mekke’de genellikle İslâm’ı bilmeyen cahil Kureyş müşriklerine hitap ediyordu. Fakat Medine’de Allah’ın birliği, peygam­berlik, âhiret, melekler gibi inançlara âşina olan yahudilerle de ilgi­lenmeye başladı. Bunlar Allah’ın Peygamberi Hz. Mûsâ’ya ve ona in­dirilen vahye inandıklarını söylüyorlardı. Ve ilke olarak onların yolu da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın öğrettiği yolun, İslâm’ın aynısı idi. Fakat yüzyıllardan beri yollarını kaybetmişler, kitaplarını tahrif edip, dini birtakım âdetler manzumesi haline getir­mişler, sapmışlar, sapıt­mışlar ama, hayatlarından da memnun gö­rünen insanlardı. Nitekim yıllar yılı kendilerini düzeltmek için gelen elçilerin hiç birisini kabule yanaşmamışlar ve üstelik onların baş düşmanı kesilmişlerdi. Bir de “Müslüman” adını bırakıp kendilerine “yahudi” adını takmışlar ve dini İsrâil oğullarının tekeline almışlardı.

İşte bakıyoruz ki; sûrenin üçte birine yakın bir bölümünün, İs­râil oğullarına hitap ettiğini görüyoruz. Sûrede onların ahlâken bozul­maları, dinden sapmaları ve sapıklık noktaları vurgulanır. Ya­hudilerin Rasûl-i Ekrem’e ve onun getirdiği hidâyete tabi olmaları­nın kendileri hakkında çok hayırlı olacağını anlatmak üzere, tarihte yaşanmış pek çok hadîseye değinilmiş, yahudilerin Kuran’ı kabul edenlerin ilki ol­maları istenmiştir. Çünkü Hz. Muhammed’e indiri­len kitabın Hz. Mûsâ’ya indirilenin aynısı olduğu ısrarla beyan edilmiştir.

Yine Mekke’de genellikle İslâm’ın ana ilkelerini tebliğ et­mek ve müminleri iman ve ahlâk yönünden eğitmeyi hedefleyen Kur’an’ın, Medine’de tüm Arabistan’dan toplanıp İslâm devletini kuran insanların kurdukları bu devletin sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal ve hukukî problemlerine de değinmeye başladığını görüyo­ruz.

Bir de Medine’de, bu yeni dönemde, Mekke’de pek rastlanıl­ma­yan yeni bir insan tipi ortaya çıktı. Münâfikûn grubu zuhur etti. Mü­nâfık, Medine toplumunda görülür. Mekke’de münâfık yoktur. İslâm’ın ve müslümanların zayıf olduğu bir toplumda münâfıklığa gerek de yoktur. Kâfir, böyle bir toplumda kâfirliğini gizleme zaru­reti duymaz. Ama Medine toplumunda, yâni İslâm’ın ve müslümanların güçlü ol­duğu toplumlarda kâfir, ya korkusundan, ya da menfaatlerini kaybet­memek için müslüman görünme zaruretini duyabilir.

Evet, Medine’de münâfıklar vardı. Bunlar:

a- Ya İslâm’ı içerden yıkmak için İslâm’a girmiş görünen kişi­lerdi.

b- Ya da çevreleri müslümanlar tarafından sarıldığı için ve dün­yevî menfaatlerini kaybetmeme endişesiyle müslüman görü­nen insanlardı. Bunlar aslında düşmanlarla da münâsebetlerini sürdürü­yorlardı. Gerek Medine’de için için İslâm’a ve Müslümanlara düşman­lık besleyen yahudilerle, gerek Mekke müşrikleriyle, gerekse dış dün­yada başka din ve inanç mensuplarıyla diyalog halinde idiler.

c- Bazıları da İslâm’ın gerçekliğine tam kani olamamış, tam tat­min olamamış, ama kabileleriyle birlikte mecburen müslüman ol­muş kimselerdi. İşte Bakara’nın nazil olduğu dönemde her tür­den münâfıklar da türemeye başlamıştı. Bu yüzden Cenab-ı Hak bu sûre­nin içinde münâfıkların özelliklerine dikkat çekmekte ve onlarla ilgili tâlimatlar beyan etmektedir.

Daha sonra yahudiler ataları olarak çok değer verdikleri ve Peygamber olarak kabul ettikleri Hz. İbrahim’e verilen hidâyetin aynı­sını getiren ve onun torunu ve izleyicisi olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a tabi olmaları konusunda tekrar tekrar uyarılır. Hz. İbra­him ve onun Kâbe’yi inşa edişi ve İslâm toplumunun kıblesi olarak Kâbe ve İbrahim ilişkisi anlatılır.

Daha sonra tüm bu uyarılara rağmen hakkı kabule yanaşma­yan İsrâil oğullarından liderliğin alınıp müslümanlara verildiğini beyan edercesine kıblenin, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan alınıp Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrildiği ilan edilir. Daha sonra li­derliği üzerine alan bu ümmetin, bu ağır sorumluluğu kaldırabil­mesi için onlara pratik çözümler sunulur. İslâm ümmetini ahlâken eğitmek için namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi emirler farz kılınıyor.

Müminler Ulü’l emre itaat etme, âdil olma, verdikleri sözde durma, anlaşmalarına sâdık kalma, mallarını Allah yolunda har­cama ko­nularında teşvik ediliyor. Diğer taraftan ümmeti bozulup dağılmaktan korumak üzere içki, kumar, fâiz gibi pisliklerin de ya­saklandığını görü­yoruz.

Daha sonra sûrenin başında olduğu gibi son bölümlerinde de imanın temel ilkeleri bir daha tekrarlanıyor ve en son müslümanların İslâm’ı tebliğde çektikleri güçlükler sebebiyle, o sıralarda çok muhtaç oldukları bir dua ile sûre tamamlanıyor.

Bu kısa mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışacağız.!

1: “Elif lâm mim”

Sûre huruf-ı mukatta ile başlar. Huruf-ı mukatta kesik kesik oku­nan harfler demektir. Bu harfler Kur’an-ı Kerîmde altı sûre­nin ba­şında gelen ve o sûrelere ait birer âyettirler.

Kur’an-ı Kerîmde muhkem ve müteşabih âyetler vardır. Muh­kem âyetler en genel tarifiyle, okuyucu tarafından ilk okunuşta mânâsı anlaşılabilen ve bizden imanla birlikte amel isteyen âyet­lerdir.

Meselâ; namazı kılın, zekâtı verin âyetleri muhkem âyetler­dir ve bizden hem iman, hem de amel isteyen âyetlerdir. Yâni biz hem namazın farz olduğuna inanacağız, hem de namazı bizzat kılacağız.

Müteşabih âyetler ise ilk okuyuşta mânâsı anlaşılamayan, du­yularımızla kavrama imkânımızın olmadığı ve muhkemlerle çerçeve-sini çizebileceğimiz âyetlerdir ki, bunlar bizden amel istemez, sadece iman ister. Sırat, haşr, neşr, cennet, cehennem, ruh, melek, cin şey­tan vahiy, arş, kürsî, semavat, yedullah gibi konu­ları anlatan âyetler, elif lam mim, Yâsîn, Tâhâ gibi âyetler müteşabih âyetlerdir. Bunların ne olduklarını tam olarak bilemeyiz, sadece bunların Allah’tan gelme birer âyet olduklarına öylece ina­nırız, bu âyetler bizden amel istemez.

Peki, madem ki bu âyetlerin mânâları bilinmeyecekti de niye gelmiş Kur’an’da? Demenin de anlamı yoktur. Çünkü biz, kimi âyetle­rin künhünü, aslını biliriz, kimilerinin de sadece rolünü ve fonksiyo­nunu biliriz.

Meselâ, arabada akü diye bir aygıt vardır. Bunun ne oldu­ğunu, neden yapıldığını, aslını, künhünü herkesin bilmesi gerek­mez. Biz nesini biliriz bunun? Rolünü biliriz sadece. Biliriz ki, akü arabada elektrik donanımını sağlayan bir aygıttır. İşte aynen bu­nun gibi biz, bu tür âyetlerin aslını, künhünü bilemesek de bunların rolünü ve fonksi­yonlarını biliriz.

Meselâ; cennetin ne olduğunu, nasıl olduğunu, enini, bo­yunu, genişliğini, şeklini, tipini bilemeyiz. Peki neye yarar bu? Yâni rolü ne­dir bu âyetlerin? Tanıtıldığı kadarıyla iman eder, anlatıldığı şekliyle iman eder ve bizim hedefimiz olduğunu biliriz. Bizi kötü­lüklerden ko­ruyup iyiliklere teşvik ettiğini biliriz. Yâni cenneti an­latan âyetlerin rolü, bize hedef göstermektir. Bakın, eğer benim is­tediğim şekilde yaşar­sanız size bunu vereceğim, diye Rabbimiz bize hedef gösteriyor. Me­selâ cennette ırmaklardan bahseder âyetler. Süt ırmakları, bal ırmak­ları, şarap ırmakları, su ırmakları. Bunların nice­liğini bilmeyiz.

Peki, ne anlatır bunlar bize? Gelin ey Mü’minler, dünyanın bo­zuk sütlerine, bozulacak ziynetlerine meyletmeyin de bunlara meyle­din, diye bize hedef gösteriyor. Veya cennetteki hûriler. Bil­mem ki ben bunların ne olduğunu, nasıl olduğunu. Ama bakın dünyanın pespa­yelerine meyletmeyin, harama meyletmeyin ki, bunları elde edesiniz, diye hedeftir bu âyetler.

İşte, Kur’an-ı Kerîmde sûre başlarında gördüğümüz bu âyet­ler de müteşabih âyetlerdir. Aynen bunların da Allah’tan gel­diğine inanı­rız ve biliriz ki, bunlar âyettir. Peki bu tür âyetlerin rolü nedir acaba? Yâni acaba bu âyetler bize nasıl bir hedef gösteri­yor? Rasulullah Efendimizden bize intikal etmiş, bu konuda her­hangi bir açıklama gö­remiyoruz. Kur’an’ın başka herhangi bir ye­rinde de bu konuda açıkla­yıcı bir bilgi bilmiyoruz. Bu konuda şun­ları söyleyelim inşallah : Selef bu konuda şunları söylemiştir:

1- Sûrelerin başında gelen bu âyetler, Kur’an’a dikkat çekme-dir, demişler. Rabbimiz, o güne kadar insanların, Kur’an’ın mu­hatap-larının alışık olmadıkları bir ifadeyle söze başlayarak, onların dikkatle­rini kitap üzerine çekmek istemiştir, deniyor. Allah buyuru­yor ki, sanki bu âyetleriyle: “Kullarım! Dinleyin, şu anda Allah konu­şuyor! Şu anda ben konuşuyorum! Bunu kendi sözlerinize benzetmeyin! Şu anda içi­nizden bi­risi konuşmuyor! Şu anda Peygamber de konuşmuyor! Bu benim sözümdür! Şu anda Rabbiniz konuşuyor! Gelin bunu benim sö­züm olarak dinleyin!” diyor sanki Rabbimiz.

Gelin şu anda Allah konu­şuyor! İnsan sözüne benzemez bu! Âlim sözü, fazıl sözü, fi­lozof sözü, psikolog sözü, sosyolog sözü, amir sözü, müdür sözü, baba ana sözü gibi dinlemeyin bunu! Sakın ha benim sözümü içi­nizden bi­rinin sözüne benzetmeyin! İçinizden birinin sözünü dinle­yip de çöpe attığınız gibi, ya da kulak ardı yaptığınız gibi benim sözümü de öyle­sine dinlemeye kalkışmayın! Şu anda ben konu­şuyorum! Bu söz Allah sözüdür! Ben konuşuyor olarak dinleyin ve gereğini yerine getirin! di­yor sanki, daha sözlerinin başında Rabbimiz. İşte insanlar bu söze daha bir ciddi kulak versinler, daha bir ciddi dinlesinler diye, böyle bir dikkat çekmedir, denmiş.

2- İkinci olarak şunu diyelim. Bakıyoruz sûre başlarında gelen bu tür âyetlerden sonra Kur’an-ı Kerîmde genellikle Kur’an’a dikkat çekilmektedir. Meselâ bakın A’râf sûresinin başında:

“Elif, Lâm, Mîm, Sâd. Ey Muhammed: Sana bir Kitap indirildi. Onunla insanları uyarman ve inananlara öğüt vermen için kalbine bir darlık gelmesin.”(A’râf 1-2)

“Elif Lâm Mîm Sâd” mukatta âyetinden hemen sonra “Kitabun ünzile ileyke” buyrularak kitaba dikkat çekilmektedir. Yine Tâhâ sûresinin başında:

Tâ Hâ. Ey Muhammed! Kur’an’ı sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt ve yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir Kitap olarak indirdik.” (Tâhâ 1-4) Yine meselâ Yâsîn sûresinin başında:

“Ya, Sin. Ey Muhammed! Kur’an’ı Hakîm’e andol­sun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş peygamberler-densin.”(Yâsîn 1-4)

Yâsîn huruf-ı mukatta âyetinden sonra yine Kur’-an’a dikkat çe­kilmektedir. Yunus sûresinde de:

“Elif, Lam, Ra. İşte bunlar hikmetli Kitabın âyet-leridir.”(Yunus 1)

Burada da mukatta âyetinden sonra Kur’an’a dikkat çekilmektedir.

Bu ve benzeri bölümlerde olduğu gibi bakıyoruz bu âyetlerden sonra Rabbimiz, Kuran’a dik­kat çekiyor. Öyleyse sûre başlarındaki bu âyetler Kur’an’la alâkalı tüm insanlığa meydan okuyor demektir. Bu­yurur ki Rabbimiz: “Elif Lâm Mîm, Elif Lâm Râ, Yâ Sîn, Hâ Mîm. Ey insanlar! İşte elinizdeki Kur’an bu harflerden meydana gelmiştir. Sizler bu harfleri tanıyor­sunuz. Okuyorsunuz, yazıyorsunuz. Bu harfler elle­rinde olan sizler, bu harfleri okuyan, yazan sizler, bu harfleri tanıyan sizler haydi gü­cünüz yetiyorsa bu kitabın bir benzerini meydana geti­rin! Kur’an gibi bir kitap ortaya koyun bakalım!” diye, tüm insanlığa bununla Rabbimiz meydan okuyor denilmiş.

3- Bir üçüncüsü de bu harflerle Kur’an’ın Allah’tan geldiği be­yan ediliyor, denmiş. Yâni bu kitap herhangi bir insan sözü de­ğil, in­san kaynaklı bir kitap değil, Allah kaynaklı bir kitaptır, mesa­jını ulaş­tırma adına Rabbimiz, sûrelerin başında böyle bir hitabı uy­gun bul­muştur deniyor Allahu âlem. Ama en güzeli mânâsını bil­mesek de bunlar, aynen öteki âyetler gibi Allah’tan gelmiş birer âyettir, diyoruz ve öylece iman ediyoruz.

Mânâlarını Peygamber Efendimizin bile bilmediği, bu ko­nuda bize herhangi bir bilgi ulaştırmadığı bu âyetlerle ilgili olarak iki bâtıl id­dia var. Bunları da şöyle kısaca söyleyeyim ki, ilerde bun­larla karşıla­şınca bocalamayasınız inşallah. Bu huruf-ı mukatta âyetleriyle alâkalı iki sapık yorum var. Bunlardan birisi münâfıkça bir yorum, ötekisi de kâfirce bir düşüncedir.

Önce münâfıkların yorumunu söyleyelim: Diyorlar ki efen­dim bu âyetler Peygamberin Aleyhisselâm dahi bilmediği ancak her yüz yılda bir gelen Müceddid-i A’zam denen büyük zatların bilebildiği âyetlerdir. Bunların mânâlarını ancak bu büyük zatlar bilebilir de­mişler ve kendilerince bu âyetlere anlamlar vermeye çalışmışlar. Efendim işte elif bizim Rabbimizi, lâm bizim peygamberimizi, mim de bizim efendimizi veya bizim kitabımızı anlatır veya bizim cema­atimizi anlatır de-meye çalışmışlardır.

Yâni Peygamberin bile bilmediği, bilemediği bilgiyi bilebile­cek, Peygamberi bu konuda sollayacak kimselerin varlığını iddia ederek, kendi heva ve heveslerine göre Allah’ın âyetlerine mânâlar yükle­me-ye çalışan bu insanları da, bunların bu saçma sapan yorumlarını da red­dediyoruz.

İkincisi kâfirlerin yorumudur. Müsteşrikler de bu konuda şu yo­rumda bulunmuşlardır. Efendim sûre başlarındaki bu harflerin varlık sebebi şudur: Kur’an-ı Kerîm Sahabe döneminde toplanıp kitap haline getirilirken Zeyd bin Sabit başkanlığında bir hafızlar heyeti teşekkül ettirilmiş ve tüm sahabeye ilan edilmişti. Herkes yanında Rasulullah zamanında yazdığı, ezberlediği Kur’an nüshâ­lârını, sûre nüshâlârını getirsin diye. Sahâbe-i Kirâm yanlarındaki sûre nüshâlârını getiri­yordu. Heyet bu sûreyi kim getirmişse o sû­renin başına onu getiren sahabenin ismini yazalım da bunu kimin getirdiği belli olsun diye sûre başlarına sahabenin ismini yazmış­lar. Meselâ Tâhâ sûresini ilk önce Talha bin Ubeydullah getirmiş ve onun isminin baş harfini yazmışlar. Ta diye. Daha sonra aynı sûreyi Ebu Hureyre getirmiş ve onun da isminin baş harfini yazmışlar. Ha diye, sonra da bunu silmeyi unut­muşlar ve o sûrenin başında Taha kalıvermiş diyorlar.

Yâni Kur’an’da insan sözü de vardır, demeye getiriyor alçaklar. Kur’an sa­dece Allah sözünü değil, insan sözlerini de ihtiva etmektedir. Ona sa­habenin sözleri de karışmıştır diyerek müslümanların zihinlerini idlâl etmeye, insanların Kur’an’dan şüpheye düşmelerini sağlamaya çalı­şan kâfirlerin bu kâfirce ve haince yaklaşımlarını da reddediyoruz.

Öyleyse Elif Lâm Mîm. Dinleyin! Şu anda Allah konuşuyor! Bu söz Allah sözüdür! Rabbiniz konuşuyor olarak dinleyin ve ge­reğini ye­rine getirin! diyoruz.

2: “İşte bu kendisinde şüphe olmayan kitaptır.”

İşte o harfler, o sesler ve o seslere verdiğimiz güzel bir dü-zenle sana indirdiğimiz kitaptır bu. İşte kitap budur. İşte kitap diye buna denir. İşte kitap dediğin budur. Yâni her yönüyle tam ve mü­kemmel kitap, kıyamete kadar tüm insanlığa yol gösterecek özellikleri üzerinde taşıyan kitap budur, demektir bunun mânâsı. Kitap deyince sadece bu Kur’an anlaşılacaktır. Diğerlerine kitap denmeyecektir. Bu­nun içindir ki, bugüne kadar kitap deyince sadece Kur’an anlaşılmış­tır. Ehadis-i Nebeviyye’ye bile kitap denmez, sünnet denir.

Bu isim, Kur’an’ın hem ba’zına hem de mecmuuna ıtlak olu­nur. Yâni bu kitabın bir tek sûresine, bir tek âyetine de kitap denir, tümüne de kitap denir. Bir de kitap deyince metin ve mânâ birlikte kastedilir. Kur’an iki şeyden ibarettir: Bir metin, bir de mânâ. Kur’an’ı yalnız metinden ibaret saymak, mânâyı örtmeye çalışmak ne kadar bü­yük bir suçsa; onu sadece meâlden ibaret zannedip, metni diska­li­fiye de o kadar suçtur. Kimilerinin yaptığı gibi şu anda ben metni oku­yup ve sadakallahü’lazim desem bu işin yarısını yapmış olu­rum, bir diğer yarısı da mânânın, muhtevanın ortaya konmasıdır.

Şüphesiz bu, Allah’tan gelen bir kitaptır ve Allah’tan gelişi ko-nusunda herhangi bir şüphe yoktur. Bir de bu kitapta şüpheli bir şey yoktur anlamınadır. Bu kitap, her türlü şekten, şüpheden ârî ve her töhmetten müberradır. Bunun kadar kesinlikle bilinen, bunun kadar sı­rat-ı müstakimi, doğru yolu gösteren başka bir kitap yok­tur. Yâni bu kitabın inişinde, vahiy oluşunda herhangi bir şüphe olmadığı gibi, teb­liğinde de herhangi bir töhmet yoktur. Münzili hak, muhbiri sâdık ve gâyesi mahza hayır olan, insanlığı saâdet ve selâmete ulaştırmak için gelen bu kitapta şüpheye imkân vere­cek bir cehalet, bir gaflet veya bir sû-i niyet düşünmek mümkün değildir.

Böyle bir kitaptan ancak cehli mürekkebe boyanmış, kalp­leri kilitlenmiş olan muannit kâfirler ve her şeyden şüphe eden, ruhlarını şüphe bulutları kaplamış, basîretleri sönmüş olanlar şüphe edebilirler.

Kitabın kendisine indirilişi karşısında Rasûl-i Ekremin: “Ya Rab! Reyb içinde, şüphe ve tereddüt içinde yüzen şu insanlar ya­rın benim karşıma çıkıp: Ey Muhammed! Bu kitabın Allah tarafın­dan gel­diği ne malum? Belki de bu senin sözündür, senin uydur­mandır! Ken­din söylüyor, kendin uyduruyor ve utanmadan bir de bunu Allah’a is­nat ve iftira ediyorsun! derlerse ben ne yaparım?” demeden önce Cenab-ı Hak hiçbir şeye meydan bırakmayacak biçimde bu konuda teminat veriyor. Onda herhangi bir reyb, herhangi bir şüphe yoktur. Allah’tan gelişi konusunda da, içindeki âyetler, yasalar, haberler ko­nu-sunda da zerre kadar bir şüphe yoktur.

Bu, aynı zamanda onu insanlara duyuran Muhammedü’l Emi­nin de, yâni mübelliğin de “lâ raybe fîh” olduğunun, nübüvvetinde, risaletinde zerre kadar bir şekkin, bir şüphenin olmayışının da tescili­dir.

“Kendisinde şüphe olmayan bu kitap müttakıler için hidâyet kaynağıdır.”

Muttakilere doğru yolu gösterecek apaçık bir belgedir bu. O bir hidâyet kitabıdır, kulluk kitabıdır. Bu kitabın asıl görevi ve fonksiyonu budur. İnsanlığı doğru yola, sırat-ı müstakime iletmek için gelmiştir. Kur’an-ı Kerîm sadece bilimsel keşiflere değinen, kimya ve fizik gibi, biyoloji ve botanik gibi bilimleri derleyen bilim­sel bir kitap değildir. Kur’an-ı Kerîm, bir hidâyet ve kulluk kitabıdır. Fâtiha’daki bizim tale­bimizin cevabı olarak, Allah karşımıza işte bu kitabını çıkarıyor. “Kul­larım! Benden hidâyet istiyordunuz ya! Benden dosdoğru yolu gös­termemi talep ediyordunuz ya! İşte istediğiniz hidâyet! İşte sorduğu­nuz dosdoğru yol!” Buyuruyor.

“Bu kitap müttakıler için hidâyet kaynağıdır.”

Buyuruyor. “Kullarım siz gerçekten hidâyet mi istiyorsunuz? Gerçekten doğru yolu bulmak mı istiyorsunuz? İşte size hidâyet! Haydi, buyurun hidâyet kaynağı kitabıma! Onunla beraber olun! Onunla yol bulun! Yolunuzu ona sorun! Onun rehberliğinde bir hayat yaşayın ki hidâyeti bulasınız!” diye hidâyet rehberi kitabını bizim önümüze se­riveriyor. Ama bakın, bu kitap Arab’a hidâ­yettir, Acem’e hidâyettir, Türk’e, Kürde hidâyettir denmiyor da:

Deniyor. Bütün nevi beşere, bütün insanlığa hidâyettir. Bütün insanlığı hidâyete ulaştırmak için gelmiştir bu kitap. Fakat bu hidâ­yetten istifade edebilmenin bir şartı var; o da muttaki olmaktır. Kur’-an’dan istifade edebilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Peki, nedir takva? Kimdir muttaki? Bunu Allah söyle­yecek, ama burada bir kaç söz söyleyelim.

Takva, Allah’ın koruması altına girmek demektir. Takva, Al­lah-la yol bulmak demektir. Yolunu Allah’la bulmak, Allah’a sorarak, Al-lah’a danışarak yol bulmak demektir. Allah’ın kitabı rehberliğinde yürümek, kitap kaynaklı bir hayat yaşamak demektir takva. Takva, Peygamber mode­liyle hareket etmektir. Bakıyoruz, Kur’an-ı Kerîm’de tak-vayı böyle anlatan pek çok âyet görüyoruz.

“Muhakkak ki ben sizin için gönderilmiş emin bir elçiyim, öy­leyse muttaki olun ve bana tabi olun.”(Şuarâ 107, 108)

Tüm peygamberlerin aynı şeyi söylediklerine şahit oluyo­ruz. Madem ki ben sizin için güvenli, emin bir elçiyim, o halde bana gü­venmeniz lâzım. Bana güvenin ve hemen akabinde “Fe” takvalı dav­ranın! Muttaki olun! Ama takvayı da benden öğrenin! Yâni bana itaat ederek, beni izleyerek takvalı olun! Gelin ben size tak­vayı, itaati öğ­reteyim. Takvanın modelini benden öğrenin.

Evet, takva peygamberden öğrenilecektir. Takvanın belirlenme­sinde pratik örnek peygamberlerdir. Bu konuda farklı takva modelle­ri geliştirebilmek için kimileri ısrarla peygamberleri diskalifiye etme çabası içine giriyorlar.

Meselâ; âlimin biri dağdan böyle yuvarlana yuvarlana inip geliyormuş. Hz. Mûsâ, bu adamı görmüş ve kendisine sormuş. “Hayrola be çoban kardeş, ne yapıyorsun, böyle yatıp yuvarlanıyor­sun? Nedir bu yaptığın?” diye sorar. Allame çoban der ki: “Ey Mûsâ, namazımı ben böyle kılarım. Rabbime ben böyle dua ederim işte.” Hz. Mûsâ; “Olur mu be adam? Böyle namaz mı kılınır?” der. Sorar çoban: “Ya nasıl kılacaktım?” Hz. Mûsâ anlatır ona: “İşte şöyle elini kaldırıp tekbir alacaksın, ellerini şöyle bağlayacaksın, şunları oku­yacaksın, belini şöyle bükeceksin, yüzün şöyle olacak” diyerek uzunca izahlarda bu­lunur. Tabi zor­lanır ona bunu anlatabilmek için. “Tamam mı? Anladın mı?” der, “An­ladım der” adam. Hz. Mûsâ yürümüş, bir noktayı kaçıran adam Hz. Mûsâ’nın arkasından bağırmış onu sorabilmek için, Hz. Mûsâ dönüp arkasına bir bakmış ki; adam denizin üzerinde yürüyüp geli­yor. Demiş ki, Hz. Mûsâ’ya: “Ey Mûsâ! Namaz dedin de şurayı unuttum! Bana onu bir daha anlatabilir misin?” Onu bu vaziyette gö­ren Hz. Mûsâ: “Git bildiğin gibi kıl sen namazını!” Demiş ve ona bunu öğretmekten vazgeçmiş, filan.

Ee niye öğretmeyecekti de Allah’ın peygamberi? Öğretme­ye-cekti de işi neydi orada peygamberin? Nedir böyle bir durumda pey­gamberin fonksiyonu? Bunlar toplumsal âyetler. Bunlar şeytanların vahiyleri. İslâm’ı, dini, takvayı peygamber ve Kur’an dışı kaynaklardan öğrenme ve belirleme, yâni keyiflerince bir din belirleme gayretlerinin ürünü, sapıklıklardan başka bir şey değildir bunlar. Hani:

“Muhakkak ki şeytanlar da dostlarına vahyeder…”(En’âm 121)

Deniyordu ya âyet-i kerîme de. İşte bunlar o tür vahiylerden­dir. Bir rivâyeti daha var bunun. Hz. Mûsâ bu adama namaz kılmasını öğ­retmeye kalkışınca Rabbimiz hemen Cebrâil’i gönderir ve: “Ey Mûsâ, niye karıştın o kuluma? Ben razıydım onun namaz kı­lışından!” diyerek Mûsâ’yı azarladığı anlatılır.

Peki ne çıkar bütün bu şeytan rivâyetlerinden? Ne yatar bunla­rın altında? Bunların altında takva belirleme hakkının, din belirleme hakkının Allah’tan ve peygamberlerden alınıp başkalarına da veril­mesi yatar bunların altında. Din belirlemek sadece Allah’ın ve O’nun peygamberlerinin hakkı iken, “Tut, beş bin tevhid çekecek­sin, bunu on bine çıkarmazsan yazıklar olsun sana!” diyerek birileri din belirle­meye kalkışıyorsa hâşâ ve kella o zaman buna din uy­durmak dene­cektir. Öyle değil, takva; yolunu kitapla bulmak de­mektir. Takva, kita­bın dediği ve peygamberin örneklediğidir. Bunun dışında din de yok­tur, takva da.

Yaptıklarını Allah yap dedi diye yapan, konuştuk­la­rını Allah konuş dedi diye konuşan kişi muttakidir.”

Buradaki mânâsıyla söyleyelim; kitaba teslim olan, kitapla uya­rılan, kitabın uyarısıyla hareket eden, tüm yaptıklarını; “kitap dedi” diye yapan, tüm yapmadıklarını da yine kitaptan aldığı delillerle yap­mayan kişi muttakidir. Yâni kitabın hidâyetini temel alan kişi; muttaki­dir. Çünkü, âyet son derece açık ve net ortaya koyuyor ki muttakilerin yol göstericisi; bu kitaptır. Muttakiler, bu kitapla yol bulan, bu kitap rehberliğinde bir hayat yaşayan kimselerdir. Onlar, amellerini bu ki­taba dayandırmaya çalışan insanlardır:

“Muttakilerin kılavuzu, mihmandârı, yol gösterici­sidir bu kitaptır”.

Gerçi başka bir yerde, Kur’an kendini bize anlatırken: “Bu kitap insanların tamamı için hidâyettir.” (En’âm 91)

buyurur. Evet, aslında Kur’an, herkese genel mânâda hidâyeti göstermek için inmiştir. Ama herkes, bu kitabın hidâyetini kabul et­mede, isteyerek bunun hidâyetini seçmede eşit olmayacaktır. Ki­mileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya yanaşmaya­caktır. Bakı­yoruz “Hâdî” kelimesi, “Hüden” kelimesi Kur’an’da on beş ayrı mâ­nâda kullanılmıştır.

Allah hüdendir, Tevrat hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe hüdendir, Peygamberimiz hüdendir, başka hüdenler de vardır Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne peygamberimizin, ne Kâbe’nin ne de Kur’an’ın bizzat kendisi, birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi.

Yâni, gerek Kur’an ve gerekse Peygamberimiz, bizzat in­sanların kalplerine imanı sokmakla değil, bu imanı insanlara ta­nıtmakla mükelleftirler. Öyleyse, kimse Kur’an’a yanaşmadı mı Kur’an kimseye hidâyet edemez. Peygamberin hüden oluşu da böyledir. Kur’an’a yaklaşan kişi eğer onunla yol bulmak isterse ancak o, o zaman hidâ­yet edebilir. Çünkü “Hüden linnâs” dır Kur’an. Ama “Hüden lil müttakîn” dir de aynı zamanda. Ne demek o? Yâni herkese yol gösterecek kapasitede değil. Yâni herkes bununla yol bulmak iste­mez, herkes buna yol sormaya gelmezse o zaman, o sadece takvalı­lara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir. Ötekiler için, hattâ yine Kur’an’ın ifade­siyle bu kitap kimilerinin zararını, ziyanını ar­tıracaktır.

“Kur’an zâlimlerin ancak zararını artırır.” (İsrâ 82) O müttakıler ki:

3:”Onlar gayba inanırlar.”

Onlar gayba iman eden kimselerdir. Veya gıyaben iman eder­ler onlar. gayb; Gâbe fiilinin mastarı olup, gözden ve duyulardan gizli olan, görülüp bilinmeyen anlamınadır. Gayb; Duyularla algılanama­yan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan, Allah, cennet, ce­hennem, melek, vahiy, öldükten sonra dirilmek, hesap, kitap gibi tadı­lıp koklanamayan, ölçülüp tartılamayan Allah’ın verdiği haberlerdir ki, işte bunlara iman gayba imandır. Veya gıyaben imandır.

Gayb, bilginin konusu değil imanın konusudur. Gaybı bilen kişi üstün değil, gayba inanan kişi üstündür. Çünkü gaybı bilme türünde bir kulluk istememiştir Allah bizden. Eğer gaybı bilme, gayptan haber­dar olma gibi bir sorumluluğumuz olsaydı, şu anda hepimizin buna sa’yi gerekecekti.

“Onlar gayba iman ederler.”

Değil de “Onlar gaybı bilirler” denseydi, şu anda hepimiz gaybı bilmek için uğraşmak zorundaydık. Ama öyle demiyor Allah. Yâni bi­zim, şu anda gaybı bil­mek türünde bir kulluğumuz veya bu tür bir so­rumluluğumuz yok­tur. O muttakiler gaybı bilirler, ya da bilmeye çalı­şırlar denmiyor da , iman eder deniyor. İman bilginin konusu değildir. Bilinen ve görülen bir şeye iman da istenmez zaten. Meselâ; “dünyaya inanın” denmez. Çünkü dünyayı zaten görüyor ve biliyoruz. Ama âhirete inanın de­nir. Çünkü âhireti görmüyoruz. Kimi insanlar şu anda gaybı bilmeleriyle, gaypdan haber vermeleriyle övülüyorlar değil mi? Filan zat kalpten geçenleri biliyormuş. Falan kes duvarın arkasından haber veriyormuş, gibi insanlar gaybı bilmeleriyle methediliyorlar. Halbuki gayb bilginin konusu değil, imanın konusudur. Gayb bilinmez, ona iman edilir. Gaybı bilen kişi değil, ona iman eden kişi muttakidir. Bilinen bir şeye iman söz konusu olmayacağına göre, ne gariptir ki bilmeden övdükleri kimseleri imansızlıkla itham ettiklerinin farkında bile değildir adamlar.

Gaybın bir kaç çeşidi vardır:

1- Hiçbir delili olmayan gayblardır ki; bunları ancak Allâm’ul Guyûb olan Allah bilir. Ne melek, ne cin, ne de resûllerin bilme­dikleri gayb. Allah’tan başka hiç kimsenin, hiçbir varlığın bilmediği gayb.

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. O’ndan başkası asla onu bilemez!”(En’âm 59)

Âyeti bunu anlatır. Bu konuda söz sahibi sadece Allah’tır. Kur’-an-ı Kerîm’de Cenab-ı Hakkın mahiyetini açıklamadığı, sadece varlı­ğını ve ismini bildirdiği bazı gaybî gerçekler vardır.

“Kıyametin saatini bilmek ancak Allah’a mah­sus­tur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz ki bütün bunları bilen Al­lah’tır, Allah her şeyden haberdardır.” ( Lokman: 34 )

Bunlar hiç kimsenin bilmediği gaybî konulardır. Hattâ bakın Allah’ın Rasûlü buyurur ki, Kur’an’ın diliyle:

“De ki; Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ne de bir zarar verme gücüne sahip deği­lim. Eğer ben gaybı bilseydim kendim için hayrı çoğal­tır, bana hiçbir kötülük de dokunmazdı.” (A’râf: 188)

Öyle değil mi? Allah’ın Rasûlü, başına gelecekleri bir saat ön­cesinden bilseydi tedbir almaz mıydı? Meselâ onu akrep sokmuştur. Bir kaç dakika önceden bunun başına geleceğini bilseydi, Allah’ın Ra-sûlü tedbir almaz mıydı? Savaşta kılıç darbesi almış ve mübârek ya­nakları yaralanmıştır. Attan düşmüş ve kendisine sihir yapılmıştır. Gaybı bilseydi bunlara tedbir almaz mıydı Allah’ın Resulü? Hanımının gerdanlığı kaybolmuş, çölde saatlerce aranmış, hattâ hanımı Hz. Ayşe hak­kında bu konuda dedikodu çıkarılmış, durumu bilmeyen Al­lah’ın Rasûlü çok huzursuz olmuş; “Ya Ayşe doğru söyle, böyle bir şey oldu mu?” buyuracak kadar bunalmış ve Ayşe anamızın temiz olduğuna dair âyetler gelinceye kadar da huzursuz bir vaziyette beklemiştir. Eğer Allah’ın Rasûlü gaybı bilmiş bunlar asla olmazdı.

Sûrenin daha sonraki bölümlerinde gelecek ve Rabbimiz şöyle buyuracak:

“Sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bili­rim.”

Buna göre insanların kalplerinden geçirdikleri düşünce ve niyet­ler de ancak Allah’ın bilebildiği gaybî bilgilerdir. Hiçbir kimse­nin bu gibi şeyleri bilmeye veya bu konularda fikir beyan etmeye hakkı ve selahiyeti yoktur. Her kim ki bu gaybî konuları bildiğini iddia ederse veya “falan zat kalpten geçenleri bilir” derse:

a- Yalnız Allah’a ait olan bu gaybı bilme sıfatını kendisinde gördüğünden dolayı,

b- Kendisine vahiy geldiğini iddia ederek Allah’ın, son elçisi aracılığı ile vahyin kesildiğine dair verdiği haberini yalanladığı için küfre girmiş olur. Yâni biraz önce de söylediğim gibi, kimileri “işte bu zat kalpten geçenleri bilmektedir” diye övülmeye çalışılıyor. Halbuki kalpten geçenleri bilmek bir üstünlük sebebi değil ki! Yâni birisi benim kalbimden geçenleri bildiği için üstünse, ben onları ondan önce bildi­ğim için, ondan daha üstü­nüm demektir. Sonra ne olacak benim kal­bimden geçenleri bilmesi? Ne işi var benim mahremimde adamın? Allah’ın örttüğünü açmasının ne mânâsı var ki? Elhamdülillah ki Rab-bim örtüvermiş onları. Değilse aynı yastığa baş koymuş karı koca bile bir anda kalplerinden geçenleri bilivermiş olsalardı belki yüz yüze bakamayacak hale gelirlerdi. Neden? Çünkü insanın kalbinden elinde olmadan çok acayip şeyler geçebilmektedir ve onların tümüne muttali olan Rabbimiz bile eyleme dönüştürmedikçe onlardan kişiyi sorumlu tutmamaktadır.

2- İkincisi; delili olan ve Allah’ın vahiy yoluyla sadece razı ol­duğu Resûllerine bildirdiği gayblardır ki, işte yukarıdaki âyet bunu anlatır. O muttaki mü’minler, Allah’ın vahiy yoluyla peygamberine bildirdiği gayba inanırlar, o gaybî bilgilere iman edip teslim olurlar.

ifadesindeki “lâm” ahd içindir. Yâni muttakilerin inandıkları gayb, delili bulunan bu gayblardır. Allah, peygamberler, âhiret ve ahvali, melekler, nübüvvet, peygamberler, kitaplar, bunlar delili olan gayblardır. Yâni Allah’ın, peygamberine vahiy yoluyla bildirdiği gaybî bilgilerdir.

Meselâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz, önceden Yakup oğullarının Mısır’a gi­diş hadîsesini, Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılı­şını, Yusuf’un Mısır’da satılışını, sonra zindana atılışını, sonra Al­lah’ın izniyle devletin başına geçip babası ve kardeşlerinin yâni İs­râil oğullarının Mısır’a yerleşmesini bilmiyordu. Allah kitabında uzunca bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:

“Ey Peygamberim! Bunlar sana vahyettiğimiz gayb ha­berlerindendir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları vakit sen yanlarında değildin.”(Yusuf: 102)

İşte Peygamberimizin bildiği gaybî haberler de bu vahyedi­len haberlerdir. Yâni Allah’ın şu kitabında haber verdiği gaybî bil­gilerdir. Çünkü Allah’ın Rasûlü, kendisine bu kitap gelmeden önce bunların hiçbirisini bilmiyordu. Allah bu kitabı sayesinde ona bildirdi.

Allah’ın Rasûlü daha önce namaz nedir, abdest nedir, cennet nedir, cehennem nedir, kıyamet nedir, hesap kitap, haşır neşir nedir bilmiyordu. Allah tüm bunları kitabında bildirdi. Rasûl-i Ekrem de daha önce kendisi için gayb olan bu bilgileri biliverdi. İşte Allah’ın Resûlüne bildirdiği ve Rasulullah’ın da bildiği gayb birimleri bunlardır. Nitekim Cin sûresinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:

“De ki; Rabbinizin sizi tehdit ettiği azap yakın mı, yoksa Rabbim ona uzak bir zaman mı tayin etti, bunu ben bilmiyorum. Çünkü gaybı bilen ancak O’dur. Fakat O Rabbim, hiç kimseyi gaybına müzahir kılmaz. (Hiç kim­seye onu ezdirip bozdurmaz) Ancak seçtiği peygam­berler müstesnadır. Çünkü onun önünden ve arkasın­dan gözcü­ler koyar.”(Cin: 25,26,27)

Bakın, bu âyet-i kerîmede son derece açık bir şekilde Rabbi-miz, gaybını ancak seçtiği peygamberlerine ulaştırdığını anlatı­yor. Peygamberlerini gaybına muttali kıldığını haber veriyor. Ama dikkat ederseniz peygamberlerine bildirdiği bu gaybî bilgilerin de melek vasıtasıyla kendilerine ulaştırılan vahiy olduğunu haber ve­riyor.

Diyor ki âyet-i kerîme; Unutmayın ki, bu gaybını peygamber-lerine bildirirken, yâni bu gaybî bilgileri melek vasıtasıyla peygamber­lerine gönderirken, o meleğin etrafını da böyle çepe­çevre gözetleyi­cilerle kuşatır, buyuruyor. Yâni cinlerin, şeytanların, hainlerin, zâlimle­rin yolda o meleğin önünü kesip, elindeki Allah vahyini alıp, hafıza­sından onu söküp, onun yerine başka sözleri ona empoze ederek zorla “Al şunu vahiy diye peygambere götür!” demeleri asla müm­kün değildir. Bunu hiç kimse yapamaz.

“Biz peygamberlere vahiyle gönderdiğimiz meleğin önünü ve ar­kasını böyle gözetleyicilerle kuşatırız” diyor Rabbimiz. Peki bunu niye anlatıyor Rabbimiz? Neden bunu bize kitabında haber verme ge­reği duymuş? Bakın bundan sonraki âyetinde de onu şöyle açıklıyor:

“Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek iste­diği, bunun dışındadır. Rablerinin bildirilerini tebliğ etmelerini ortaya koymak için her peygamberin önün­den ve ardından gözcüler salar; onların yaptıklarını il­miyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.(Cin: 26,27,28)

“Peygamberlerin, Rablerinden aldıkları risaletleri tamamıyla in­sanlara tebliğ ettiklerini bilinsinler diye bunu anlatıyoruz” diyor Rabbimiz. Yâni ne anladık bundan? Bundan şunu anladık:

Birincisi; Peygamber bu konuda herhangi bir şüpheye düş­mesin diye, yâni acaba bu âyetler gerçekten Allah’tan mı geliyor? Yoksa başkalarından mı geliyor? Bu konuda en ufak bir şüpheleri, bir tered­dütleri kalmasın ve insanlara duyurduklarının kesinlikle Allah’tan gel­diğini bilsinler diye bunu böyle yaptık.

İkincisi; bir de peygamberlere ve onların tebliğ ettikleri âyetlere iman eden mü’minler de, acaba bunlar gerçekten Allah’tan mı? Yoksa başkalarından mı? Bu konuda en küçük bir şüpheleri kalmasın diye biz bunu böyle yaptık diyor Rabbimiz. Âyetin son kısmı bunu daha net anlatıyor. Gerek peygambere gelenleri, ge­rekse ona vahiy getiren meleğin yanındaki bilgilerin tümünü biz ihata etmişiz, tamamını say­mışız diyor Rabbimiz. Yâni mümkün değil ki peygamber, ya da ona vahiy getiren melek onların bir kıs­mını gizlesin. Mümkün değil ki, o vahyin bir bölümünü size haber versin de işine gelmeyenleri sizden saklasın. Biz onun tamamını âyet âyet, kelime kelime, harf harf say­mışız, bilmişiz diyor.

Öyleyse, bu âyetten anlıyoruz ki; Peygamberlere bildirilen gayb Cebrâil vasıtasıyla bildirilen gaybî bilgilerdir. Demek ki, pey­gamberimize bildirilen gaybî bilgiler, Kur’an’da Rabbimizin ona bildir­diği bilgilerdir. Peki o zaman Peygamber Efendimiz gaybı bilir mi? Hayır, peygamberler de gaybı bilemezler. Peki, Allah bildirirmiş ama, bakın burada bildirir diyor. Evet, peygamberler Allah’ın kendilerine bu kitapta bildirdiklerini bilir, diyeceğiz.

“Onlar gayba inanırlar.”

Bilmekle iman, ayrı ayrı şeylerdir. Ve gayb, bilginin değil ima­nın konusudur. İman; kalbin, lisanın ve fiilin tasdikidir. Yâni bir hük­mün icabını fiilen icra etmekle olur bu tasdik. Eğer bilmekle iman aynı şey olsaydı, o zaman tüm ehl-i kitap mü’min olurdu.

“Kendilerine kitap verilenler, hakkı avuçlarının içini bildikleri gibi bilirler.”(Bakara: 146)

Eğer sadece dil ile ikrar iman olsaydı, o zaman tüm münâfıklar da mü’min sayılırdı. Çünkü onlar da dilleriyle inandıklarını söyle­yerek kalplerinde olmayanı ortaya koymaya çalışmaktadırlar.

Buradaki iman icmalî bir imandır, daha sonra gelecek âyette bir daha imandan söz edilecek; bu da tafsilî imandır. Yâni, Rabbimiz burada; mü’minler kitapta kendilerine bildirilen tüm gaybî bilgilere toptan inanırlar. Daha sonra gelecek ve tekrar mü’minlerin kitaba imanlarından söz eden âyet de toptan inan­dıkları bu kitabın âyetlerini birim birim, tek tek tanıyarak tafsîlen iman ederler buyuracaktır.

Evet, mü’min gayba inanan kişidir. Allah’a, meleklerine, ki­tap-larına, vahye, resûllerine, ölüm ötesine, ölüm öncesine, arşa, kürsîye ve Allah’tan vahiyle gelen tüm haberlere iman, gayba iman demektir. Bu iman, mü’minin kalbine hem büyük bir sükûnet ve huzur verirken, hem de sorumluluk şuuru yerleştirmektedir. Mü’min öleceğine, sonra tekrar dirileceğine, hesaba çekileceğine inanan kişidir. Bu hesabın sonunda ya cennet, ya da cehennemle karşı karşıya geleceğine ina­nan ve bu dünyadaki hayat programını, bu imana bina eden kişidir. Yâni gayba inanmanın ya da inanmama­nın neticesi kişinin hayat programına etkili olacaktır.

Gayba inanan kişinin hayat programı farklı, inanmayan kişi­ninki farklı olacaktır. İşte, gayba imanın mânâsı burada ortaya çıka­caktır. Aslında, bu imanı bütün dünyaya, bütün dünya problemlerine, bütün dünya programlarına uyarlamak mümkündür. Bu iman, tüm dünya problemlerini değişti­recektir. Hangi tür problem olursa olsun, ekonomik, siyasal, ah­lâkî, hukukî tüm problemleri, savaşlar barışlar, erkek hakları, kadın hakları, kazanma harcama anlayışları, alma verme, yeme içme, giyim kuşam gibi tüm dünya programlarını değişti­recektir. Bütün bu konularda gayba inanan kişinin durumuyla, gayba inanmayan, bilgilenmesini Allah’ın kitabına dayandırmayan, sadece duyularına ve aklına güvenerek; “bu bana yeter, ötesine benim ihtiya­cım yok­tur!” diyen insanın durumu çok farklı olacaktır. Birbirine taban ta­bana çelişen iki hayat tarzı, iki yaşam biçimi çıkacaktır karşımıza.

Evet o mü’minler gayba inanırlar, hayat programlarını bu imana bina ederler. Sonra o muttakiler:

“Namazı ikâme ederler.” İlgili video konu uzamaması adına buraya kadar ayetleri özetle ele aldık. Namaz Bahsinden bir sonraki dersimizde ilgili ayetlerden konumuza başlayarak tefsirimizde tekrardan konu detaylandırılarak ele alınacaktır.

Bakara Suresi 1-3 Tefsiri

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir