Bakara Suresi 12 20
57:49

Bakara Sure 12-20 Tefsir

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Süleymanlı Haber olarak Besairu’l Kur’an Tefsirinin 6.Bölümü Sosyal Medya kanallarımıza eklenmiştir.

Daha önce bakara suresinin 11.ayetinin tefsirini tamamlamakla birlikte 12.ayete geçiş yapmıştık.

Dersimizin pekişmesi ve kaldığımız yerden devam etmek adına Bakara Suresinin 12.ayeti ile dersimize başladık. Dersimize ait notlar parantez içerisinde verilmiştir.

12:”Dikkat edin! (Gözünüzü açın!) Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında de­ğiller!”

Ey mü’minler! Ey Kur’an’ın muhatapları! Ey Kur’an’la çev­reyi ta­nıması gerekenler! Ey hadîselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakması ge­rekenler! Ey Kur’an’la hem kendilerini, hem de çevrele­rini tanıması gerekenler! Açın gözünüzü ve dikkatli olun! Dikkatli dinleyin ki:

“Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında de­ğiller!”

Sakın ha! Bu insanların kendi kendilerine düzenci kesilmele­rine inanmayın! Aldanmayın! Onlar aslında düzen bozu­cudurlar.

Peki düzen bozmak ne demektir? Düzen ne demektir? Bu ko­nuyu tek cümleyle özetlersek: Allah’ın düzen dediği şey düzendir, dü­zensizlik dediği de düzensizliktir. Düzen, ya da düzensizlik, fe­sat, ya da sulh, ifsat, ya da ıslah bunlardan biri mü’minin tavrı, di­ğeri de mü­nafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim: Bunlardan biri imanın so­nucu, diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan amel amel-i salihtir. İmansızlığın gereği olan amel de amel-i gayri salihtir.

Fesat; ıslahtan sonra yapılan şeydir. Yâni fesat bozmadır, dü­zeni bozmak demektir. Allah: Ben arzı ve ondakileri düzenle­dikten sonra sakın onu bozmayın diyor. Allah düzenlediği arzda bir vakte kadar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı ve fesa­dından bizi so­rumlu tutmuştur.

Öyleyse işimiz küfür ve şirk değil imandır. İsyan değil itaattir. Bozmak değil yapmak, ihtilal değil intizam, zulüm değil adâlet, fe­sat değil ıslahtır. Allah arzı yarattı, düzene koydu, Adem’i ve soyunu gön­derdi oraya. Adem Aleyhisselâm dünyaya geldiği zamanlar düzen de­vam ediyordu dünyada. Sonradan insanlar düzeni bozdular, ifsadı gerçekleştirdiler.

Meselâ bir eve yeni bir gelin gelir. Evin sahibi ona bir düzen­den söz eder: Bu minder burada olmalı! Bu sürahi buraya konmalı! Buraya ekmek konmamalı! Sofra şuraya serilmeli! gibi. İşte gelin bu denenler konusunda öyle yapmalı ve düzeni bozmamalıdır. Ama bu gelin denmeyenler konusunda da serbesttir ya. İşte Cenab-ı Hak da Hz. Ademe Aleyhisselâm yeni getirdiği bu evde, bu dünyada bir kısım düzenlerden söz etti: Kan dökmeyin! Adam öldürmeyin! Zina etmeyin! Küfretmeyin! Münâfıklık etmeyin! Namaz kılın! Oruç tutun! Buyurmuş ve böylece yeni geldikleri bu evin düzenini bil­dirmişti. Adem ve soyu bu denenlere aynen riâyet etmek zorunda iken, denmeyenler, serbest bırakılanlar konusunda da serbest hareket edeceklerdi.

İşte bir süre yeryüzünde Allah’ın koyduğu bu düzene riâyet edildi. Ama Hz. Adem’in oğlu Kabil bu düzeni bozuverdi. Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönem Allah Peygamber gönderdi bu bozulanlara çeki düzen vermek için. Bir Nuh gönderdi düzeldi, ama arkasından yine bozuldu. Sonra bir Peygamber daha gönderdi düzeldi, arkasın­dan yine bozuldu, yine peygamber gönderdi. Sonra Hz. İsa’yı ve en sonra da Hz. Muhammed’i, Aleyhisselâm gönderdi. İslâm’dan sonra özellikle bu iş geçerlidir. Çünkü artık başka peygamber gelmeyecektir.

Evet bozmak demek; Yeryüzünde Allah’ın koyduğu düze­nini bozmak demektir. Allah’ın isteklerinin dışına çıkmak, Allah’ın istedik­lerinden farklı yaşamak demektir ve bu münâfıkların işidir.

Meselâ bir zamanlar Afganistan’a gidenler düzen için gidiyorlardı. Vietnam’a giderken de öyle gitmişlerdi. Irak’a gelenler de öyle gelmişlerdi. Somali’ye girerlerken de orada bir bozukluk gör­düklerini ve düzeltmek için gittiklerini söylüyorlardı alçaklar. Ve nihâyet tüm dünyaya demokrasi ihraç ederlerken de hep düzen için yapıyorlardı bunları alçaklar. Ama bütün bu gidişler İslâm’a göre düzen değilse, düzensizlik, ya da düzen bozma, bozgunculuk diyorduk.

Ali Şeriatî’nin ifadesine göre Fransız Renault fabrikasının sa­hibi orta Afrika’da kabile reislerinden birinin altına son model altın kaplamalı bir araba hediye eder. Reislerinin altında bu ara­bayı gören kabile mensuplarının her biri de bu arabalardan birer tane almak zo­runda kalırlar. Böylece tüm kabile attan inip arabaya binmek zorunda kalırlar ve birden bire hayatları değişiverir. Fabrikanın müdürü patro­nuna sorar: Mösyö, söyler misin, niye bu adamların düzenlerini bozduk? Neden bu insanları da kendimiz gibi huzursuz yaptık? Araba fabrikasının sahibi der ki: Müdürüm biz at imal etmiyoruz, biz araba imal ediyoruz ve bize de bu iş için para lâzım, pazar lâzım, der. Evet bütün mesele para ve pazar. Bunun için de gözlerine kestirdiklerine kalkınma, ilerleme, modernizm gibi hedefler gösterirler. Sonra da on­ları asimilasyona tabi tutarak kendi kültürlerini, kendi dinlerini yerleşti­rirler.

Bu değişim, ya da toplumların düzenlerini bozma her za­man böyle kolay ve kendiliğinden olmayabilir. Kimileri bu münâ­fıkların kendilerine empoze etmeye çalıştıkları değişime karşı ayak diretebilir. O zaman bu işin imkânsız görüldüğü yerlerde de silah­lar konuşmaya başlar ve toplu imhâlâr devreye girer.

Meselâ bu münâfıkların değişi­mini kabule yanaşmayan Brezilya’da virüslenmiş elbiselerle yüz bin­lerce Brezilyalı yok edilmiştir. Suçları batılılaşmamak, bâtılı münâfıkla­rın kendilerine empoze ettikleri hayat tarzını kabul etmemek, ya da kendi düzenlerini değiştirmeye yanaşmamak. Tüm dünyada düzen­leme adına düzensizliği ikâ­meye soyunan bu münâfıklar, sundukları bu düzensizliğe karşı ayak direten Afrika’dan yüz milyon, Amerika’nın yerlilerinden ise doksan beş milyon insan katletmişlerdir. Bu iş için Ortadoğu ve Asya’da öldürdüklerinin adedi belli değildir. Milyonlarca insanın kanına girerlerken bu görevi de bir insanlık borcu olarak yap­tıkla­rını söylüyorlardı. Zira beyaz Avrupalı’nın dışında herkes düzen­siz, barbardı.

1942 yılında kendini dünyanın en medeni milleti kabul eden İn­giltere, Çin’i top ateşine tuttu. Sebep neydi dersiniz? Sebep Çinliye afyon içirebilmekti. İngilizler afyon imal etmişler, bu afyonu da Çin’e Ja­ponya’ya satmak, Çin ve Japon insanına içirmek istiyorlardı.

Japon halkı ayak diretmiş, bizim törelerimizde afyon içmek yok­tur, biz bunu kullanmayacağız diyordu. İngilizlerin silahlarına he­def olan binlerce Japon bu yüzden hayatını kaybetti.

Ama işin acısı bu defa batılılar afyondan daha zehirleyici, ero­inden daha fazla öldürücü olan demokrasiyi imal ettiler. Güzel güzel ambalajlar içinde tüm dünya insanlığına bunu sunmaya başladılar. Yeryüzünün düzeni adına yapıyorlardı bunu. Bu zehiri içmeyi kabul etmeyip diretenler oldu mu silahları konuşmaya baş­ladı. Sadece Ce­zayir ve Tunus’ta iki milyon insan Fransızlar tara­fından öldürüldü. Ateşli silahlarla Latin Amerika’da, Afrika’da ve Asya’daki milyonlarca insanı köleleştirdiler. İddiaları bu insanları medenileştirmekti. Güya bu insanlar bozuk yaşıyordu da bu bo­zukluğu düzeltmeyi hedefliyorlardı.

Eğer bir ülke insanı kendi değerlerine sahip çıkıp bunların em­poze etmeye çalıştıkları düzeni reddetmeye kalkışırsa barış tehlikeye düşmüştür bunlar için. Hemen harekete geçerler. Bu ba­rış sevdalısı münâfıklar Körfezde çıkarları söz konusu oldu mu hemen gemilerini yürütüverirler. Beş yüz milyon ton bomba atarak dört yüz bin Iraklı müslümanın kanını akıtıverirler. Yeter ki orada kendi düzenleri de­mokrasi hâkim olsun. Bunlar düzen bozucu­durlar, bunlar halis münâ­fıktırlar.

Dönüyoruz şimdi kendimize: Elektrik kabloları, lavabo mus­luk­ları da dahil olmak üzere evimizdeki tüm eşyaları sokağa döke­lim. Evi yeniden düzenlemek için yeniden yerleştirelim. Eğer İslâm o yerleş­tirmeye düzen demiyorsa bozgunculuk demektir bu. Yâni İslâm onlara ihtiyaç demiyorsa, tamam bu da olmalı! Bu da ihti­yaçtır! Evde bu da bulunmalı! demiyorsa, biz Allah’a ve Peygam­bere sorarak düzen yapmadığımız için bizimki de bozuk demektir ve biz de düzen bozu­cuyuz demektir.

Çocuğumuza aktardıklarımız, kendi kafamıza yerleştirdikle­rimiz, eğer Allah ve Resûlüne sorulmadan yapılmışsa, biz de düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsat edenlerdeniz demektir. Kafamızı şöyle bir keselim; içindekileri bir masanın üzerine boşaltalım ve çağı­ralım kitap ve sünneti. Diyelim ki ya Rabbi, ya Rasûlallah! İşte ben bi­lir bilmez bütün bunları doldurmuşum kafamın içine! Ama anladım ki bunu size sormadan yapmışım! Şimdi pişman oldum. Bunlardan lâ­zım dediklerinizi, kalsın dediklerinizi tekrar koyacağım ve gereksiz bulduklarınızı atacağım! desek, acaba neler kalır oraya koyabileceği­miz, bir düşünün! Şimdi bu Allah’ın verdiği kafanın düzenini bozmak değil de nedir ya? Ama kendi arzumuzla kafamıza yerleştirdiklerimizi kastediyorum tabii. Yoksa biz istemeden gardi­yanların okudukların­dan öğrendiklerimiz değil tabii. Hani gardi­yanlar sürekli bir şeyler okurlar, mahkûmlar da mecburen öğre­nirler ya, o ayrı. Ben onları kastetmedim.

Soralım Rasulullah’a: Ya Rasûlallah bilir bilmez bir sürü şey yerleştirmişim ben bu kafaya, gel şunları yeniden bir yerleştire­lim! di­yelim. Nerede kullanacağımıza göre yerleştirmeliyiz ama. Meselâ adam Bakara öğreniyor para kazanmak için, Âl-i İmrân öğ­reniyor do­çent olmak için, Nisâ öğreniyor kitap yazmak içinse bu da bozuk dü­zen olacaktır elbette. Mahza kulluk için öğrenilenlere, amele dönüş­türmek ve hayatı onunla düzenlemek üzere öğrendiklerimize düzen diyor Rabbimiz.

Bunun dışında, meselâ şehri yeniden düzenlemek için başa ge­çirelim birini, veya adam işte okulda düzen için kurallar koyuyor, fabrikada kurallar koyuyor, evde kurallar koyuyor düzen için. Eğer Al­lah, onun koyduğu kurallara düzen demiyorsa, bizim koyduğu­muz ku­rallara düzen demiyorsa, o zaman biz de düzen bozucu­lardanız de­mektir, Allah korusun. Meselâ hanımın şöyle davran­ması için bir kural koymuşuz. Eğer buna İslâm düzen demiyorsa, düzen bozmadır bu. Biz istediğimiz kadar düzen diyelim buna. Perdenin şeklini şöyle yap­tın, döşemenin biçimini böyle yaptın, eğer İslâm buna izin veriyorsa tamam, değilse hepsi bozmadır, hepsi ifsattır bunların. Eğer şöyle di­yorsanız: Efendim burada kastedilen itikadi düzensizlik değil mi yâni? Bu anlattıklarınızla ne ilgisi var? Bunlar itikadla alâkalı şeyler değildir. Bunlar sosyal ve ameli şeylerdir, filan diyorsanız. İyi de her amel bir imandan kaynaklanmıyor mu? Yâni yeryüzünde görüntülenen bir bo­zukluktan bahsediliyor bu­rada. Amele dönüşmüş bir bozuk inançtan, bir bozuk imandan söz ediliyor âyet-i kerîmede.

Bakın: “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” denmiştir. Sonra da iman konusu gelecek:

Diye. Öyleyse fesat, kişinin hayatında görüntülenen bozuk­luğu­dur. Meselâ ikinci kat mesabesinde bir ev yapıyordu sahabe de Allah’ın Rasûlü razı olmuyordu buna. Çünkü imanın dışta gö­rüntü­süydü, ve düzeni bozmaktı bu. Veya Hz. Ömer Efendimiz şehir planı­nın kurallarını koyuyordu ve kim onu bozarsa bozguncu oluyordu ta­bii.

Demek ki biz, bulunduğumuz bölgenin düzenini Allah’a so­rup yapacağız. En küçük biriminden en büyük birimine kadar hayatın dü­zenini Allah’a sormadan yapmayacağız. Me­selâ kazanma ve har­cama düzenimizi, cüzdan düzenimizi Allah’a sorup yapacağız. Aksi takdirde biz de bozguncuyuz demektir Allah koru­sun.

Meselâ insanın eğitiminde düzen, kesinlikle Allah’a sorul­ma-dan yapılmamalıdır. Birileri bir düzen koymuş ortaya ve de­mişler ki, işte efendim önce şunlar şunlar öğretilmelidir. Eğitimde şunlar şunlar önceliklidir. Eğer bütün bunlar Allah’a ve Resûlüne sorulmadan yapı­lıyorsa, Allah’ın öncelik tanıdıklarını sonraya al­mak şöyle dursun, adına bile izin verilmiyorsa bozmadır bu. İfsattır bu. Düzen sahibi olan Allah’a sormadan, vahye müracaat etmeden hukuk yapmaya çalı­şanların yaptıklarının tümü ifsattır. Ekonomiye düzen vermeye çalı­şanların yaptıklarının tamamı ifsattır. Allah’ın düzeninden habersiz kı­lık kıyafet düzeni yapmaya kalkışanların tamamının yaptıkları ifsattır, bozmadır.

13:”Onlara, insanların inandığı gibi siz de iman edin! Denilince.”

Kendilerine: “Şu mü’minlerin, şu insanların inandıkları gibi siz de inanın! Siz de onlar gibi mümin olun!” Denildiği zaman da. “Yâni siz de onlara benzeyin! Onlar gibi olun! Eğer İslâm’ı kabul ettiğinizi iddia ediyorsanız, onu samimiyetle yaşayan bir mü’min gibi İslâm dai­resine girin! İmanınızda onlardan yana olun! Veya imanınızın görün­tülenmesi onlara benzesin!” Denildiği zaman.

Yâni eğer namaza inanıyorsanız haydi kılın! Tesettüre ina­nı­yorsanız haydi örtünün! dendiği zaman. Yâni mü’minler gibi ima­nınızı görüntüleyin! dendiği zaman. Çünkü Allah namaza da iman diyor Ba­kara’da. Öyle değil mi? Hani mü’minlerin kıblesi Ku­düs’teki Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevri­lince liderlik İsrâil oğulla­rından alınıp İsmail oğullarına, müslümanlara devredilince bunu haz­medemeyen yahudiler şu yaygarayı basmışlardı: Nasıl olur? Eğer şu anda döndüğünüz kıble doğruysa önceki kıldığınız namazlar boşa gitmiştir. Yok eğer dünkü kıbleniz doğru idiyse şu andaki kıldıklarınız boştur! diyor­lardı da Allah buyurdu ki: Üzülmeyin ey mü’minler:

“Allah asla sizin imanlarınızı zayi edecek değil­dir. Allah kullarına karşı Raûf ve Rahîmdir.” (Bakara 143)

Buyuruyordu. Dikkat ederseniz zayi oldu dedikleri na­mazdı. Hal­buki Allah “Sizin imanlarınızı zayi edecek değildir.” bu­yuruyor. Yâni bakın burada amele de iman dendi. Öyleyse amel de imandır, iman da ameldir. Bunlar birbirinden ayrılmaz iki bü­tündür. İşte onlara siz de Mü’minler gibi iman edin! Siz de mü’minler gibi imanlarınızı gö­rüntüleyin! Siz de mü’minler gibi imanınızı amele dönüştürün! Siz de mü’minler gibi iman kaynaklı bir hayat yaşayın! Dışardan bakıldığı zaman sizin hayatınızda da mü’minler gibi imanınızın eseri görülsün! Denildiği zaman derler ki:

“Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanaca­ğız? derler.”

Yâni şimdi bizler de şu âdi, şu bayağı insanlar gibi mi iman ede­ceğiz? Bunlar gibi mi amel edeceğiz? derler. Yaşayan yaşasın! Biz konuşuyoruz derler. Bu işin yaşayıcıları ayrı, konuşucuları ayrı. Bizler edebiya­tını yapanlardanız, yaşayanlar da yaşasın, biz onlardan değiliz derler.

“Dikkat edin! Gerçek sefihler, gerçek beyinsizler ken­dileridir. Fakat farkında değiller.”

Gerçi beyinsizler, beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki! Sapık­lar, sapıklıklarını ne zaman anladılar ki? Bakın bu sözleriyle kimi kast ediyordu bu adamlar? Kime sefih diyorlardı? Arkadaşlar onların bu sefih dedikleri sahabeydi. Sahabeye sefih diyorlardı alçaklar. Bu se­fihler gibi mi iman edeceğiz? Bugün de bu münâfık karakterli insanla­rın aynı şeyleri söylediklerine şahid oluyoruz. Adama di­yorsunuz ki; “Arkadaş, sahabe böyleydi, gel biz de böyle olalım! Biz de onlar gibi olmak, onlara benzemek zorundayız!” Çok rahat şunu diyebilmektedir adamlar: “E canım onların da ağzı­nın tadı yokmuş yâni! Zevkleri yok-muş efendim! Yaşamayı bilmeyen insanlarmış. Hayatı tanımayan insanlarmış.”

Yâni gerçek müslüman tavrına davet edildiklerinde onu akıl­sız­lıkla, beyinsizlikle itham edebiliyorlar. Veya evinde şunlar şunlar olmasın! denildiğinde: Yok ya! Bunu ancak zevkini bilme­yenler söyler! Diyebiliyorlar çok rahat. Ne bilecek bu enayiler ağ­zının tadını! Halbuki devir değişti! Filan diyorlar. İhtiyaç konu­sunda, ev tefrişi konusunda, hanımına karşı davranışları konusunda, sofrası, işçisine muamelesi konusunda, hademesine dav­ranışları konusunda Allah’ın istedikleri hatırlatılınca çok rahat: İyi iyi anladık da arkadaş, hangi devirde yaşı­yoruz? diyebiliyorlar. Bu devirde bunların modası çoktan geçmiştir di­yebiliyorlar alçaklar.

Meselâ bir arkadaş bilirim, bugüne kadar tanıdığım sanayi­ciler içinde dükkanında çalıştırdığı işçilerine en iyi davranan, en güzel mu­amelede bulunan birisi. Paralarını bol bol veriyor; izin­lerde, düğün­lerde, bayramlarda haklarını fazlasıyla veriyor. İşçile­rinden kendileri veya hanımları, çoluk çocukları hastalanınca ya­kından ilgileniyor, ev­lerine gidiyor, hal hatır soruyor, onlara elin­den gelen her şeyi yapıyor. Ama buna rağmen geçen seneler hep onun arabasını artırdı, evini ar­tırdı, parasını artırdı. Yâni onun her şeyi artarken, her şeyi değişirken, lâkin onun dükkanında çalışanlar hâlâ bisikletle gelip gidiyorlar.

Peki sormak lâzım şimdi: Onun her şeyi değişirken berikiler ne­den yerinde sayıyor? Ya da nereden kazanıyor bu arkadaş? Ka­zandıklarının tümü berikilerin emeği olarak çıkıyor ortaya değil mi? Öyleyse onlar sahabeydi efendim! Biz onlar gibi yapamayız ki! Veya devir değişti efendim! Kapitalist bir toplumda müslümanca davranışa yer kalmadı! Ne yapalım eğer dediklerinizi yaparsak bu toplumda yok olup gideriz! Gibi münâfık laflarını bıra­kalım da çalıştırdığımız insan­ları, ya da sırtından kazandığımız in­sanları kendi hayat standartları­mıza yakın bir hayata çıkarmanın yollarını aramak üzere bunu Allah’a ve Resûlüne sormaya çalışa­lım. Bu konuda ne dersiniz ey Allah’ım? Ey önderim! Demeyi öğ­renelim inşallah. Hep asgari ücret belirleyen zalimlerin dediklerini dinlemeyim. Allah ve Rasulüne sormadan düzen yapanların düzenlerini can simidi bilmeyelim inşallah. Çünkü az önce de dediğim gibi onların yaptıklarının tamamı ifsattır, bozma­dır.

Peki ne demek sefih? Sefih kim? Bakın onu, sefihin kim ol­du­ğunu Rabbimiz anlatıyor:

“Kim İbrahim dininden yüz çevirir işte sefih odur.” ( Bakara: 130 )

Sefihler İbrahim’in dininden, İbrahim’in yolundan yüz çevi­renler­dir. Öyleyse adamlar kendilerini tam karşıda görüyorlar. Mü’min aynaydı ya zaten, bakıyorlar aynaya ve kendilerini görü­yorlar. Yâni sefihler kendileridir. Çünkü kendileri İbrahim dininden yüz çeviriyorlar, Müslümanları gösterip, hadi sizler de bunlar gibi olun! Denilince de diyorlar ki onlar sefih. Görüyor musunuz? Adamlar imanı fakirlere, düşkünlere mahsus kabul edi­yorlar da kendileri gibi şan şöhret sahiplerinin iman etmelerini dü­şüklük kabul ediyorlar. Bu iman ve amel işi o ağzının tadını bilmeyen zevksizlere aittir, bizler onlar gibi iman edemeyiz diyorlar.

14: “İnananlarla karşı karşıya geldiklerinde der­ler ki: İnandık!” “Şeytanları (kendilerini aldatan akıl hocaları) ile baş başa kalınca da, biz sizinleyiz! Biz onlarla sadece alay ediyoruz! Derler.”

Evet, müslümanlarla karşı karşıya kaldıkları zaman biz de müslümanız, biz de inanıyoruz derler. Sizin mü’mini olduğunuz şeyle­rin biz de mü’miniyiz derler. Ama müslümanlardan uzak akıl hocala­rıyla özel mahfillerde buluştukları zaman da onlara derler ki: Biz si­zinle beraberiz! Biz sizin safınızdayız! Biz sizin yanınızdayız! Kalbimiz sizinle beraberdir! Bakmayın siz bizim müslüman göründüğümüze! Aldırış etmeyin siz bizim müslümanca lâflar ettiğimize! Bütün bunları biz o müslümanları kandırmak için yapıyoruz! İnandığımız için filân değil! Aslında bu yaptıklarımızla biz müslümanlarla alay ediyoruz! Şu seçim sathi mahallerinde Allah, peygamber, din, iman, Kur’an, ezan, başörtüsü gibi bir kısım lâflar ettiğimize bakıp ta sakın bizim bunlara inandığımızı sanmayın! Biz aslında bunların hiç birisine inanmıyoruz! Biz aynen sizin gibi düşünüyor, sizin gibi yaşıyoruz! Sadece bu tür lâ­kırdılarla onların oylarını alabilmeyi hedefliyoruz! Bu enayilerle sadece alay ediyoruz! Ne yapalım, çaresiz onlardan görünmek zorundayız! Değilse bu enayiler bizi desteklemezler! Diyerek dostlarının, akıl ho­calarının, kâfirlerin desteklerini kendilerinden çekmemelerini sağla­maya çalışırlar. Onlara karşı küfür tazelemesinde bulunurlar.

Amerika’daki, İsrail’deki, batı dünyasındaki kâfirlerle gizli gizli buluşmalarında, özel mahfillerde onlara sadâkat yeminleri veren bu alçakları inşallah bu saf müslümanlar bir gün anlayacaktır. Müslü­manlarla karşılaştıkları zaman biz de müslümanız diyerek kendileriyle alay ettikleri halde hayatlarında inandık dedikleri İslâm’ın kokusunu bile göstermeyen bu sahtekârları tanıyacak bir gün inşallah bu müslümanlar. Kitaplarının bu âyetlerini tanıdıkça, Rablerinin bu uya­rına kulak verdikçe, hadîseleri Allah rehberliğinde yorumlama basire­tine ulaştıkça olacak yakında inşallah bu. Ama bu işin hızlandırılması için bilen müslümanlara çok iş düşüyor. Bir an evvel bu Allah âyetle­rini insanlara ulaştırabilirsek, hem kendimizi, hem de çevremizi bu Allah âyetleriyle diriltmeyi hızlandırabilirsek olacak inşallah bu. Şüphesiz ki bu alçakların alçaklıkları, Allah tarafından bu ka­dar açık ve net bir biçimde ortaya konulunca, mü’minlerin gayızları kaynar, sinirleri kabarır. Onların hemen işini bitirmek için Cenabı Hak­kın hemen bunları kahretmesini veya kendilerine: “Bu hainlerin he­men kökünü kesin! İşlerini bitirin bu alçakların!” gibi bir emir, bir âyet, bir işaret göndermesini beklerler Allah’ın. Mü’minler bu hale gelirler. Onlara karşı gayızla, kinle, nefretle bilenirler. İşte Cenab-ı Hak mü’minlerin hamiyet-i diniy-yelerinden ötürü bu dere­ceye geldikleri böyle son derece nazik bir noktada, bütün bu heye­canları yatıştırmak, mü’minleri teskin etmek için bakın şöyle buyu­ruyor:

15:”Hakikatte Allah onlarla alay eder ve kendile­rini taşkınlıkları ve azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakır.”

Sanki bu âyetleriyle Rabbimiz biz müslümanlara şöyle buyuru­yor: Siz sakin olun kullarım! Ben onlarla istihza ediyorum! Ben onları maskaraya çeviriyorum, çevireceğim de daha. Âdeta Rabbimiz az­gın­lıklarına meydan veriyor, fırsat veriyor. Peki bu istihzayı nasıl anlaya­cağız acaba? Yâni nasıl bir istihza ediyor Allah onlarla? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur Allahu âlem:

1- Dünyada bu adamlara müslüman muamelesi yapılıyor. Ge­rek ibâdet ve gerekse muamelât konusunda İslâm ahkâmı müslümanlara uygulandığı gibi aynen bunlara da tatbik edilir. Çünkü bu adamlar her ne kadar müslüman değillerse de müslüman görüntüsü sergileyen insanlardır. Müslüman olmadıkları halde biz de müslümanız diyen insanlardır. Kalpleri kâfir, ama dilleri ve dışları müslüman görüntüsü veren insanlardır. Onun içindir ki bunlara da İslâm hukuku uygulanır. Bu­nun sebebi:

A- Böylece bunları bu kalben inanmadıkları İslâm ahkâmı­nın tatbikine mecbur ederek her lahza gönül azabı içinde bırak­mak ve münâfıklıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İşte is­tihza-i İlâhî­den kasıt budur Allahu âlem. Düşünebiliyor musunuz? Adamlar inan­madıkları bir dinin namazını kılmak zorunda kalacaklar, inanmadıkları bir dinin orucunu tutmak zorunda kalacaklar. Azap bu yahu! Kalben kâfir iken dış görünüşü ile müslüman gibi görünmeye çalışmak adamı mahveder ya hu! Ruh dengesi bozulur insanın. Ama işte mertçe se­çimlerini yapamamış, açıkça tercihlerini ortaya koyamamış bu insan­lar böyle kendi elleriyle kendilerini bir tür azabın içine atmaktadırlar. Ve işte Allah böylece onlarla alay etmektedir. İşte istihza-i İlâhiyi böyle anlamaya çalışıyoruz.

B- Bir ikincisi de bunlar kendileri vapuru kaçırdılar ama bun­la­rın çocuklarından ciddi müslümanlar çıkmasına imkân ha­zırlamak için, Allah onlara imkân tanıyor. Böylece çocuklarına İs­lâm’ı duyurma imkânı hâsıl oluyor demektir. Yâni Allah bu adamları deşifre etmiyor. Yüzlerindeki maskelerini indirivermiyor. Münâfıklıklarına izin veriyor. Açık seçik âyetler göndererek bunların kimliklerini ortaya koyuvermi­yor ki İslâm toplumu içinde yaşayan çocuklarına mesaj ulaştırılabilsin. Kendileri boşa gitse bile çocukları kurtulsun. İşte istihza-i İlâhiyi bir de böyle anlıyoruz.

C: Bir de hadislerde anlatıldığına göre Allah, bu münâfıklarla yarın istihza edecek. Bu istihzayı kıyamet günü gerçekleştirecek. Na­sıl? Şöyle: Yarın Rabbimiz cehen­nemin kapılarını açıp: “Haydi ey kâ­firler çıkın! Azabınız, cezanız bitti!” Buyu­rarak onlarla istihza edecek­miş. Onlar Allah’ın bu müjdesini du­yunca sevinçten çılgına dönmüş bir biçimde cehennemin açılan kapılarına yönelecekler ve tam çıkmak üzere kapıların önüne gel­dikleri zaman da Allah kapıları kapatıvere­cek ve bunlarla bu şe­kilde alay edecekmiş. Düşünebiliyor musunuz? Binlerce, on binlerce yıl azabın içinde mahvolmuş, kahrolmuş insanlar bir anda Allah’tan âzât müjdesi alıyorlar. Onlardaki sevinci, heyecanı bir tasavvur edin.

Ve kurtulmak üzere tam kapıların ağzına geldikle­rinde bir anda kapıların kapatılıp kurtulma ümitlerinin bittiği andaki tü­kenişlerini, kahroluşlarını bir tasavvur edin. Peki niye böyle istihza ediyor Rabbimiz onlarla? Çünkü onlar da dünyada böyle yapmışlardı müslümanlara. Onlarda önce özgürlük var efendim, din ve vicdan hür­riyeti var, isteyen istediği gibi giyinebilir. İsteyen istediği gibi bir hayat yaşayabilir diyerek müslümanların önlerini açıyorlar, müslümanları tespit ediyorlar, samimi müslümanları fişliyorlar, ama sonra tüm kapı­ları kapatıp tek tek müslümanları topluyorlardı ya. İşte “Elcezaü min cinsil amel” Fehvasınca onların amelleri, yaptıkları cinsinden onlara ceza vermektedir anlıyoruz.

16:”İşte bunlar hidâyet yerine dalâleti satın almış­lar­dır. Ama ticaretleri kâr getirmemiştir. Doğru yolu da bu­lamamışlardır.”

Hidâyet tam ellerine geçmişken onu bırakıp da dalâleti, sa­pık­lığı tercih ettiler. Hidâyet yerine dalâleti satın aldılar. Hidâyeti dalâletle değiştirdiler. Hidâyeti verip dalâleti tercih ettiler. Böyle bir alışverişte bulundular ama onların bu ticaretleri kendilerine kâr getirmedi. Kâr yolunu bulma im­kânları da kalmadı. Ticarette iki maksat vardır:

1- Sermayeyi korumak, 2- Kâr etmek,

Bunlar kâr etmek şöyle dursun sermayeyi bile koruyamadı­lar. Sermayesi olmayan, sermayeyi koruyamayan bir adamın kâr etmesi düşünülebilir mi? Bırakın kâr etmeyi mevcut sermayeyi bile kaybettiler bu adamlar diyor Rabbimiz. Peki neydi bu sermaye? Sermaye imandı, sermaye hidâyetti. Hidâ­yeti kaybeden, imanı kaybeden bir adam nerde kaldı kâr etsin. Zira imansız hiçbir amelin kıymeti yoktur. İmandan kaynaklanmayan her amel boştur. Kâfirlerin yaptıkları her şey boştur. Onların yaptıkları zahiren insanlık için hayırmış gibi görü­nen tüm amelleri, tüm eserleri imandan kaynaklanmadığı için yarın değerlendirmeye bile tabi tutulmayacaktır.

17:”Onların örneği şu misal gibi ki! Ateş çevresini aydınlatınca da: Allah onların nûrunu gideriverdi. Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapka­ranlık bırakıver­miş.”

Kur’an’ın bir anlatım üslûbu, bir ifade mantığı vardır. Allah soru sorar Rasûl-i Ekrem’e. Farklı sorular sorar. Ama arkasından ba­kıyoruz:

“İşte bunlar gayb haberlerindendir ki; biz sana bun­ları vahyediyoruz. Sen de, kavmin de daha önce bunları bilmezdiniz.”(Hud: 49)

Deniliyor. Bunlar gayb haberleridir ki biz onu sana vahyedi­yoruz, öğretiyoruz deniliyor. Peki şimdi bu ne biçim iş mi diyeceğiz? Yâni ne bilecekti Rasulullah da Allah bunları soruyor mu diyeceğiz? Hayır böyle bir şey demeye hakkımız yoktur. Çünkü Allah’ça ifade böyledir diyoruz. Allah böyle ifade etmeyi murad etmiştir, kimse ona hesap sorma hakkına sahip değildir. Amenna. Meselâ bakın Cenab-ı Hak yine soruyor:

“Kaaria nedir? Bilir misin kaaria’nın ne demek ol­duğunu? Ama sen nerden bileceksin bunu? (Kaaria 1,2,3)

Diye bir soru soruyor. Ama aynı Allah yine kitabının başka bir yerinde kendisine soru sorulan bu insan için:

“Hakikaten o çok zâlim, çok cahildir.” (Ahzâb: 72) Buyuruyor.

Yâni soran kim? Allah. Allâm’ul guyûb olan, âlim’ul gaybi veş-şehadeh olan, yâni gaybın da, şehâdetin de bileni, en bileni, mutlak bileni olan, Alîm olan, Habîr olan, Semî olan, bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, tam bilen, mükemmel bilen, eksiksiz bilen Allah soruyor. Peki kime soruyor Allah? Sorulan kim?

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُؕ اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ

Azhap Suresi 72.ayeti kerimesinde diye tarif buyurduğu insana soruyor. Yâni zâlim, kendisine zulmeden, ya da cahil, bilgisizin bilgisizi olan insana soruyor. Ha! Öyleyse bu soru değildir diyoruz. Yâni cevap isteyen bir soru değildir bu. Ama Allah sordu diye soru diyoruz. Değilse Rabbimiz için bilmediği bir konuda cevap bekleyen bir soru soruyor dememiz caiz değildir. Ve işte Kur’-an’ın böyle bir anlatım modeli vardır diyoruz.

Cenab-ı Hakkın bu anlatım modellerinden biri de burada ol­duğu gibi kişiyi mücerret konularla, soyut konularla sanki zor du­rum-da bırakıp da onun bocalaması söz konusu olacaksa, yâni o konuyu ha­yata indirgemesi problem olacaksa, o zaman Cenab-ı Hak örnekleme yapıyor. Konunun anlaşılabilmesi için örnek verir Rabbimiz. Meselâ diyor ki Allah bakın:

“Allah göklerin ve yerin nûrudur.“(Nûr 35)

Karmaşa bir konu. Nasıl anlayacağız? Allah ve nûr. Ne demek nûr? Derken insanı bu karmaşadan kurtarmak için hemen arkasından bir misalle Allah’ın nûrunun ne demek olduğunu örnek­leyiverir Rabimiz.

Buyurarak bu nûrun misali şöyledir diye hemen örneklemeye geçiverir. İşte aynen bunun gibi burada da Rabbimiz bize münâfıkla­rın karakteristik özelliklerini anlatırken belki anlaşılmadı, belki anla­yamadınız diyerek bir örnekle konuya açıklık getiriyor:

Diye buraya kadar anlatılan insan toplumlarının bir örneğini sunmaya başlıyor Rabbimiz. Buraya kadar hatırlayın üç grup in­san anlatılmıştı:

1- Muttaki olanlar,

2- Kâfirler,

3- Bir de,

Denen üçüncü grupta olanlar.

Peki acaba buradaki örnekleme bu anlatılan insan grupları­nın hepsi için mi? Yoksa sadece en son anlatılan grup için mi? Tabi insan Arapça kurallarından yararlanarak bu, en son an­latılan gruba aittir di­yebilecektir. Çünkü biliyoruz ki; Arapça’da za­mirler en yakına aittir kaidesi vardır.

Yâni buradaki: zamiri (Onlar) kim onlar? Kendilerinden en son söz edilenler olacaktır elbette. Buna göre anlıyoruz ki, bu­rada bu misalle anlatılacak insanlar diye en son anla­tılan in­sanlar olacaktır.

Peki neydi o? Tekrar dönelim o bölüme: Kendi kendilerine ka­lınca: “Biz müslümanlarla dalga geçiyoruz” diyenler. Ama müslüanlarla beraber olunca da: “Ya biz de müslümanız! Biz de inanıyo­ruz! Biz de sizinle beraberiz!” diyenler.

İşte Allah bu gruba bir örnek sunacak. Tanınmaları çok zor olan ve lâkin tanınmalarında müslümanlar açısından mutlak zaru­ret olan, İslâm’ın ve müslümanların baş düşmanlarıyla ilgili bir ör­nek su­nacak. Şimdi eğer biz örnekle anlatılan konuyu anlayabilir­sek, yâni örneği anlayabilirsek, örneklendirileni de anlayabileceğiz demektir. Örnek anlaşılınca konu da anlaşılmış demektir.

Meselâ ben içinizden birine: Bana bir halı yapabilir misin? De­sem. O da: Nasıl? Ne model? Hangi model bir halı istersin? Deyince, ben de ona istediğim halının modelini çizmeye çalışsam. Eğer o be­nim çizmeye çalıştığım modeli anlayamamışsa, o zaman benim iste­diğim halıyı hiç anlayamamış demektir. Örneğin anla­şılması, konunun anlaşılması mânâsına gelecektir. Bakalım burada da bir örnek sunu­lacak inşallah, örneği anladığımız kadar da âye­tin anlattığını anlamış olacağız.

Kimi müslümanlar yukarıdaki âyetin anlattığını anladık da bu­rada anlatılanı anlayamadık filan diyorlar. Örneklenmek istenen ko­nuyu anladık da örneği anlayamadık diyorlar. Bu benim anlayabildi­ğim kadarıyla şundan kaynaklanıyor: Tefsirler bu bölümün anlaşılma­sının zor olduğunu, müşkül olduğunu, içinden çıkılmaz karı­şık ve karmaşa olduğunu söylüyorlar ısrarla. Okuyanlar da şartlanıyorlar ve bir şey olmalı herhalde! Diyorlar. Acaba ne anla­ya­cağız? Nasıl anla­yacağız? Diyorlar, zorlanıyorlar, bir şey de bula­mıyorlar tabii.

Bu sefer de: Galiba anlamadık! demeye başlıyorlar. Böyle de­ğil, Kur’an aslında anlaşılmamak için gelmemiştir. Bu bölümü de anla­rız, ama bizim seviyemiz kadar anlarız. Bize lâzım olacak ka­darını anlarız. Burası çok önemlidir. Bizim Kur’an’dan anlamamız gereken nokta, bizim hayatımızı düzenlemek içindir. Meselâ ben cihan impa­ratoru bir adam olsam; o zaman benim bu âyetten an­layacağım se­viye farklı olacaktır. Ben kadı olsaydım, görevime göre farklı bir şeyler anlayacaktım. Peki bizim seviyedeki insanlar için ne varmış? Bizim seviyedeki insanların hayatlarını düzenle­mek için ne var Kur’an’da?

Önce hiç âyetin başıyla ve sonuyla bağlantısı olmadan söy­lüyo­rum:

“Onların örneği şu misal gibi ki!”

Dedi ve bir tablonun önüne çekti bizi. Veya bir pencere açtı Kur’an bize, bir ekran çıkardı karşımıza ve şu örneği önce bir an­layın dedi bize. Yâni formüle edilen bir problem vardı ortada, onu bir ke­nara aldı ve onu anlamanız için size yeni bir tablo çiziyorum dedi Al­lah. Peki neymiş bu?

“Bunların durumu şol şahsın örneği gibi ki, ateş yakıyor. Ateş yakmak için çabalıyor adam.”

Olunca, hem ateş yakıyor adam, hem yakmaya çalışıyor, hem de yakma işini sürdürüyor olacaktır mânâ. Bir adam düşünün ki ara­zide ateş yakıyor. Tabii sobada değil, fırında da değil. Dü­nün ateşi gibi düşünmek zorundayız. Açıkta, meydanda, boşlukta ateş yakıyor. Adam ateş yakıyor:

“Ateş çevresini aydınlatınca da:”

“Allah onların nûrunu gideriverdi.”

İşte karıştırılan durum burası. Bir kişi ateş yakıyor. Ateşi ya­kan bir kişi olduğu halde ardından da Allah onların nûrunu gi­derdi deniyor. Peki kimlerin nûrudur bu giderilen nûr? Allah o ateş ile beraber olup o ateşin yakılmasıyla birlikte çevresini aydınlatan insanların gözlerinin görme özelliğini alıveriyor. Yâni orada birileri var. Yâni kendi sosyal hayatınızdan düşünün, tabii çevre ile bir­likte düşünün. Birisi ateş yakmış obanın kenarında, köyün kena­rında veya bir kampın kena­rında. O ateş çevreyi aydınlatmış, biri­leri var tabii orada, o ateşle ilgi kurmuşlar. Sonra aydınlanmışlar, dünyaları aydınlanmış. Sonra da Allah onların gözlerinin nûrunu alıvermiş. Ateş yanıyor, çevreyi ay­dınlatıyor, aydınlatmaya devam ediyor ama; adamların ateşle ilgileri kalmamış. Ondan sonra da:

“Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapka­ran­lık bırakıvermiş.”

Ondan sonra da:

18:”Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler.”

Şimdi bu adamlar, artık dünyaları karardığı için, eşya ile irti­bat­ları kesildiği için, ne yapacaklarını şaşırmış haldedirler. Az evvel gö­rüyorlardı ama şimdi görmüyorlar. Her şey bitmiş, sağır, kör ve topal hale gelmişler. Bu bir, bir de:

19:”Ya da (bunların durumu) semadan bardaktan bo­şanırcasına inen bir yağmura tutulmuş kimselerin du­rumu gibidir ki, onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek var; yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulak­larına tıkıyorlar. Ve Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmış­tır.”

Evet, onlar gökyüzünden bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmura tutulmuşlardır. Şiddetli bir yağmurun altında kalmışlardır. Böyle bir ortamda bulunan insanlar düşünün.

O yağmurda, o ortamda: “Karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek var.”

Karanlık üstüne karanlıklar var. Yâni yağmurun karanlığı, kalbe çöken kasvet karanlığı, gecenin karanlığı, çevrede ışıkların sönmesinin, aydınlığının bitmesinin karanlığı, böyle biteviye ka­ranlık var. Sonra yıldırım ve şimşek var. Gök gürültüsü ve şimşek var, yıldı­rımlar var. Sonra oradaki bu insanlar, bu korkunç ortamda bulunan bu insanlar: Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını ku­lak­larına tıkıyorlar.”

Bu ortamda ölüm korkusu nedeniyle parmaklarını kulakla­rına tıkıyorlar. Ama bilmeliler ki: “Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”

Hiçbiri kaçacak bir delik bile bulamayacaktır. Hemen böyle bir parantez cümleyle işin Allah’a ait olduğunu anlatıveriyor. Yâni İs­lâm da sosyal olaylar, tabii olaylar, Allah’sız anlatılamaz. Aslında ka­ranlık, yıldırım ve şimşek de Allah’ın âyetleridir. Gök gürültüsü, yağ­mur, kar hepsi Allah’ın âyetleridir. Meşhûd âyetlerdir bunlar. Müşa­hede edilen, görülen, göze hitap eden görsel âyetlerdir bunlar.

20:”Şimşek neredeyse onların gözlerini alıvere­cek; Şimşek onlara ne zaman aydınlık verdi, onun ışığında yü­rüyorlar, ama her ne zaman karanlık üzerlerine çöktü, di­kilip kalıyorlar…”

Yâni şimşek gözlerini kamaştıracak biçimde parlak bir ışık saçı­yordu.

“Şimşek onlara ne zaman aydınlık verdiğinde.”

“Onun ışığında yürüyordular.”

Onun aydınlığında yol bulma imkânı elde ediyorlardı. Ama:

“Ama onlara karartı verdi mi kalıveriyordular.”

Bu manzara da anlaşıldı mı? Anlaşıldı.

Şimdi neymiş? Işık var; acaba bu vahiy mi? Ateş yakan biri var; acaba bu Peygamber mi? Yoksa bu ateşi yakan adamın kendisi mi? Şu oldu; acaba melek mi? Öteki oldu; arz mı? diye burada anla­tılanları teşbih-i temsili olarak hepsini başka bir şeye benzetmeye ça­lışmak yerine, bu olayı bizim anlayacağımız âyetleri anlatan âyetler olarak anlasak belki biraz daha hoş olacak.

Meselâ baştaki örneğe dönüyorum şimdi: Bir adam var ateş ya­kıyor, çevresini aydınlatıyor, ama kendisi ateşle ilgisini kes­miş adam. Neden kesmiş?

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mü­hür­lemiş­tir. Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır.”(Bakara 7)

Âyetinde anlatılanlardan olmuş da onun için ilgisini kesmiş. Yâni Allah onun gözü­nün işini, kulağının işini, kalbinin işini bitirmiş, anlama özelliğini bi­tirmiş de ondan. Artık o insan hem ateş yakıyor, hem çevresinde­kileri aydınlatıyor, ama kendisi ondan mahrum kalı­yor. Öyleyse bu, kişinin kaybını anlatan, ya da nifakını ortaya koyan güzel bir örnektir.

İşte meselâ şu anda ben ateş yakıyorum ve çevremi aydınlatıyorum. Benim yaktığım bu ateşle sizler aydınlanıyorsunuz. Gönlü­nüz aydınlanıyor, ruhunuz ve düşünceniz aydınlanıyor. Bir şeyler anlıyorsunuz, bir şeyler öğreniyorsunuz. Sizin öğrenme­nize, sizin aydın­lanmanıza sebep olan bu ateşi şu anda ben tu­tuşturmaya çalışıyo­rum. Ama yaktığım bu ateşe karşı ben kendim nötr davranırsam, kendi gayretsizliğim sebebiyle veya kendim ko­nusunda negatif iste­ğim sebebiyle bu yaktığım ateşten kendim is­tifade etmek istemez­sem, bu yüzden de benim gözümün nûru alınır ve kalbim mühürle­nirse; ben de aynen o adam gibi olurum Allah korusun.

Ateş yakıp, yaktığı bu ateşle çevresini aydınlatan, ama ken­disi bu ateşten mahrum kalan kişi. Çevresine ışık dağıtıp kendisi karan­lıkta kalan kişi. Tıpkı ekmek fabrikası kurup imal ettiği on binlerce ek­mekle çevresini doyuran ama; akşam evdeki çoluk ço­cuğuna koltu­ğunun altında iki tane ekmek götürmeyen adam gibi­dir. Veya başkala­rına dağıttığı ekmekten kendi ağzına götürme­yen adam gibidir.

Meselâ birilerine aman namuslarınıza, iffetlerinize sahip çıkın! Derken kendi ehlinin namusuna, iffetine dikkat etmeyen kimse gibi. Veya aman çocuklarınızı Allah’ın istediği biçimde müslümanca eğitin! Dediği halde kendi çocuklarının eğitimine dik­kat etmeyen kimse gibi. Birileri onun bu beyanları ve irşatlarıyla aydınlanırken, kendi hayatı tamamen bu konularda karanlık olan adam. Başkalarının çocuklarını eğitmeye çalışırken kendi çocukla­rını eğitmeyen, kendi ailesinin na­mus ve iffetine sahip çıkmayan adam. İşte münafığın durumu bunun gibidir, diyor Rabbimiz.

Demek ki kimi insanların görüntülenen örneği buymuş. Kimi in­sanlar vardı hani vahiyle ilgisiz. Kâfirle müslüman arasında, küfürle iman arasında gelgit yapan insanın örneğiydi bu. İşte kâfir ile mü’min arasında olurmuş bu adam. Hem ateş yakarmış, hem de kâfir gibi davranırmış. Hem başkalarına İslâm’dan söz edermiş, hem de kendisi dediklerine karşı kör ve sağır kesilirmiş.

“Artık bunlar görmezler; sağırdırlar, dilsizdirler, kör­dürler, artık dönemezler.”(Bakara 18)

Olurmuş yâni. Bakıyoruz adama hem Kur’an anlatıyor, hem sün­net yazıyor, hem kitap yazıyor, hem talebe yetiştiriyor, ama ken­dine karşı o kadar kör ve sağır ki. Başkalarına du­yurduklarını kendine karşı uygulama noktasında o kadar kayıtsız, o kadar vurdum duymaz ki adam. Karısına karşı o kadar kör ve sa­ğır ki, çocuklarına karşı o kadar kör ve sağır ki, o kadar sağır ve vurdum duymaz ki adam. Allah korusun, sanki başkalarına duyur­duğu dinle kendine uyguladığı din tamamen farklı. Bunu anladık inşallah.

İkinci örneğe geçiyorum: Her tarafta yağmur, her tarafta ka­ran­lık, kasvet ya da güneşsizlik, aysızlık söz konusu. Yâni böyle bir or­tamda bir adam vardır. Şimşek çakıp da etrafı aydınlanınca şöyle bi­raz biraz adım atma imkânı buluyor; ama ondan sonrasını da onunla görebilse, onunla bulabilse ya! Hayır ondan sonra bo­calayıp kalıyor. Nasıl yürüsün de yâni! Bir kere şimşek çaktı, onunla bir adım attı! Ve bitti o kadar.

Şöyle değil mi ama bakın; Yâni bu adam kısa bir zaman Kur’-an’la beraber oluyor, sünnetle beraber oluyor. Ayda bir defa veya haftada bir gün geliyor müslümanların sohbetlerine katılıyor, onların ağzından Kur’an sünnet dinliyor, duyduğu bu kırıntılarla biraz biraz içleri aydınlanıyor, onunla birkaç adım atıyorlar, birkaç saat idare edi­yorlar; ama daha sonra oradan ayrılınca yine eski vahiysiz hayatla­rına dönüverince de yine karanlıklar içinde kalıve­riyorlar. Yâni âyetin ifadesinden anlıyoruz ki, şimşek kendisinin dı­şında olan bir hadîse. Yâni kendisi istediği zaman o şimşeği çaktı­ramıyor. Şimşeği Allah çaktırıyor.

Bunlar da kendileri bizzat Kur’an’la diyalog kurmuyorlar da, yâni istedikleri zaman bu şimşeği çaktıracak, kendileri bizzat Kur’an’la diyalog kurabilecek konuma gelmiyorlar da birilerinin bu ışığı yakma­sını bekliyorlar. Birileri bu kitabı okusun! Biz dinleyelim. Birileri anla­sın! Birileri bize anlatsın biz onu dinleyelim demeden yanalar. Birileri kitapla meşgul olsun biz işimize bakalım demeden yanalar adamlar. Çünkü bu kitaptan daha öncelikli işleri var adamların. Müslümanlıktan öncelikli işleri var. Para kazanacaklar, arabalarının modelini değiştire­cekler, evlerini, sofralarını zenginleştirecekler, millet vekili olacaklar, bakan olacaklar, dekan olacaklar adamlar. Şimdi bunlar dururken ki­tapla, sünnetle ilgilenmeye zaman ayırmaya ne gerek var. Birileri öğ­rensinler onu, birileri yaksınlar ışığı biz de onlardan istifade ederiz di­yorlar.

Yâni bu adamlar bazen bazen iman ediyorlar, gayret edi­yorlar, mü’min olmaya çalışıyorlar, anlatanların yanına giderek bi­raz bir yol buluyorlar; ama daha sonra kendilerinin kitapla diyalogları olmadığı için yine o karanlıklar âlemine dönüveriyorlar.

Buradaki karanlık; küfür, nifak ve şüphe karanlığıdır. Va­hiyle be­raber olunca bir an bunlar kaybolup yerini iman aydınlığı alıyor. Onun aydınlığında birkaç adım atıyorlar, birkaç gün idare ediyorlar ama daha sonra vahiyle ilgileri kesilince, kendi dünyala­rına, kendi âlemlerine döndüklerinde kalâkalırlar. Yine orada da bir şeyler yap­maktadırlar, ama boştur bunların hepsi.

Ya da burada anlatılan; bu çakan şimşekten kasıt, bu adam­la­rın dünyada söyledikleri La İlâhe illallah sözüdür denmiş. Yâni bu adamlar bu sözü söyleyerek bir ışık yakmışlar, müslüman olmuşlar; ama müslümanlığı sadece bununla bırakmışlar. Daha sonra Allah’ın kendilerinden istediği amelleri yaşayarak bu ışığı koruma altına al­mamışlar, bu imanlarını güçlendirmemişler de yaktıkları bu ışık sönü­vermiştir. Müslümanlığı sadece kelime-i şehâdetten ibaret zannettik­leri için nûrları sönüvermiştir.

Bir de bu âyet münâfıkların dünya hayatında İslâm nîmetin­den faydalanmalarını anlatır denmiş. Yâni yakılan bu ışık­tan kasıt dün­ya-da geçici olarak İslâm nîmetlerinden istifade et­meleridir. Dünyada bu adamlar müslüman göründükleri için müslüman kadınlarla evle­nirler, müslümanlara varis olurlar, ganî­metten faydalanırlar, kanlarını ve canlarını emin kılarlar. Dünyada bu kadarcık bir istifadeleri olur ama bütün bunlar sadece dünya ile sınırlıdır. Öldükleri zaman her şey bitecektir. Yâni ölünce bu ışık onlar için sönecektir artık anlamına ge­lecektir bunun mânâsı.

Veya bu âyet Hadîd sûresinde anlatıldığı gibi bu münâfıkla­rın kıyamet günü nûrlarının söndürüleceğini anlatır. Hani kıyamet günü mü’minlerle münâfıklar bir arada dururlarken Allah mü’minlere buyu­racak ki: “Ey mü’minler! Haydi sizler cennete gi­din!” Mü’minler de ön­lerini ve çevrelerini aydınlatan nûrlarıyla, ışıkları ile oradan ayrılıve­rince münâfıklar karanlıkta kalıverecek­ler. Etrafları kapkaranlık oluve­recek, üzerlerine bir kaos çökecek, kahrolacaklar, perişan olacaklar ve hemen bağıracaklar müslümanlara:

O gün münâfık erkek ve kadınlar mü’minlere şöyle seslenirler: Ey mü’minler! Birazcık bize dönün de nûru­nuzdan biz de istifade edelim.”(Hadîd 12)

Hey! Müslümanlar! Kardeşlerimiz! Arkadaşlarımız! Hemşeh­rile­rimiz! Dönün bize, biraz da biz de bakalım. Şu nûrunuzdan biraz da biz istifade edelim. Ya da bizden tarafa dönseniz de biz de ne ya­pacağımızı bir bilsek, filan diyecekler. Dünyada da böy­leydi zaten bunların vaziyeti. Dünyada da müslümanların yanına geliyorlar onla­rın okuduğu, anlattığı âyetlerden biraz biraz kırıntı alıyorlar, bu kırıntı bilgilerle biraz yol alıyorlar, birkaç gün idare edi­yorlar ama sonra kendi dünyalarına dönüverince de karanlıkta ka­lıveriyorlardı. İşte bu­rada da aynen böyle. Dönün bizden tarafa da bi­raz nûrunuzdan isti­fade edelim diyecekler. Denilecek ki onlara:

“Dönün arkanıza ve nûrunuzu arkanızda ara­yın.”(Hadîd aynı âyetin devamı)

Yâni hayrola beyler! Ne oluyor? Hayrola bir durum mu var? Dö­nün geriye de nûrunuzu arkanızda arayın bakalım. Dünyada nûr bulacaktınız! Dünyadan nûr getirecektiniz! Burada nûr mu aranır? Bu­rada nûr mu bulunur? Dünyada arasaydınız bu nûru! Biz bunu dün­yadan getirdik. Bu nûr Kur’andı! Bu nûr vahiydi! Vahiyden ne kadar haberdarsa kişi, onun o kadar nûru var demektir.

Hayatını düzenleye­cek kadar, kendisine yol gösterecek kadar bir âyetten haberdar olan kişinin bir âyetlik nûru, on âyet bilenin on âyetlik nûru, yirmi sûre bile­nin yirmi sûrelik nûru vardır. Kitaptan hiç haberi olmayanlar da nûr­suzlardır.

İşte Bakara sûresinin bu âyetinde de belki dünyada yanan bu nûrlarının âhirette söneceği anlatılmakta­dır diyoruz.

Bakara Sure 12-20 Tefsir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir