Süleymanlı Haber olarak Besairu’l Kur’an Tefsirinin 6.Bölümü Sosyal Medya kanallarımıza eklenmiştir.
Daha önce bakara suresinin 11.ayetinin tefsirini tamamlamakla birlikte 12.ayete geçiş yapmıştık.
Dersimizin pekişmesi ve kaldığımız yerden devam etmek adına Bakara Suresinin 12.ayeti ile dersimize başladık. Dersimize ait notlar parantez içerisinde verilmiştir.
12:”Dikkat edin! (Gözünüzü açın!) Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında değiller!”
Ey mü’minler! Ey Kur’an’ın muhatapları! Ey Kur’an’la çevreyi tanıması gerekenler! Ey hadîselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakması gerekenler! Ey Kur’an’la hem kendilerini, hem de çevrelerini tanıması gerekenler! Açın gözünüzü ve dikkatli olun! Dikkatli dinleyin ki:
“Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında değiller!”
Sakın ha! Bu insanların kendi kendilerine düzenci kesilmelerine inanmayın! Aldanmayın! Onlar aslında düzen bozucudurlar.
Peki düzen bozmak ne demektir? Düzen ne demektir? Bu konuyu tek cümleyle özetlersek: Allah’ın düzen dediği şey düzendir, düzensizlik dediği de düzensizliktir. Düzen, ya da düzensizlik, fesat, ya da sulh, ifsat, ya da ıslah bunlardan biri mü’minin tavrı, diğeri de münafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim: Bunlardan biri imanın sonucu, diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan amel amel-i salihtir. İmansızlığın gereği olan amel de amel-i gayri salihtir.
Fesat; ıslahtan sonra yapılan şeydir. Yâni fesat bozmadır, düzeni bozmak demektir. Allah: Ben arzı ve ondakileri düzenledikten sonra sakın onu bozmayın diyor. Allah düzenlediği arzda bir vakte kadar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı ve fesadından bizi sorumlu tutmuştur.
Öyleyse işimiz küfür ve şirk değil imandır. İsyan değil itaattir. Bozmak değil yapmak, ihtilal değil intizam, zulüm değil adâlet, fesat değil ıslahtır. Allah arzı yarattı, düzene koydu, Adem’i ve soyunu gönderdi oraya. Adem Aleyhisselâm dünyaya geldiği zamanlar düzen devam ediyordu dünyada. Sonradan insanlar düzeni bozdular, ifsadı gerçekleştirdiler.
Meselâ bir eve yeni bir gelin gelir. Evin sahibi ona bir düzenden söz eder: Bu minder burada olmalı! Bu sürahi buraya konmalı! Buraya ekmek konmamalı! Sofra şuraya serilmeli! gibi. İşte gelin bu denenler konusunda öyle yapmalı ve düzeni bozmamalıdır. Ama bu gelin denmeyenler konusunda da serbesttir ya. İşte Cenab-ı Hak da Hz. Ademe Aleyhisselâm yeni getirdiği bu evde, bu dünyada bir kısım düzenlerden söz etti: Kan dökmeyin! Adam öldürmeyin! Zina etmeyin! Küfretmeyin! Münâfıklık etmeyin! Namaz kılın! Oruç tutun! Buyurmuş ve böylece yeni geldikleri bu evin düzenini bildirmişti. Adem ve soyu bu denenlere aynen riâyet etmek zorunda iken, denmeyenler, serbest bırakılanlar konusunda da serbest hareket edeceklerdi.
İşte bir süre yeryüzünde Allah’ın koyduğu bu düzene riâyet edildi. Ama Hz. Adem’in oğlu Kabil bu düzeni bozuverdi. Adam öldürdü. Sonra her düzen bozulduğu dönem Allah Peygamber gönderdi bu bozulanlara çeki düzen vermek için. Bir Nuh gönderdi düzeldi, ama arkasından yine bozuldu. Sonra bir Peygamber daha gönderdi düzeldi, arkasından yine bozuldu, yine peygamber gönderdi. Sonra Hz. İsa’yı ve en sonra da Hz. Muhammed’i, Aleyhisselâm gönderdi. İslâm’dan sonra özellikle bu iş geçerlidir. Çünkü artık başka peygamber gelmeyecektir.
Evet bozmak demek; Yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzenini bozmak demektir. Allah’ın isteklerinin dışına çıkmak, Allah’ın istediklerinden farklı yaşamak demektir ve bu münâfıkların işidir.
Meselâ bir zamanlar Afganistan’a gidenler düzen için gidiyorlardı. Vietnam’a giderken de öyle gitmişlerdi. Irak’a gelenler de öyle gelmişlerdi. Somali’ye girerlerken de orada bir bozukluk gördüklerini ve düzeltmek için gittiklerini söylüyorlardı alçaklar. Ve nihâyet tüm dünyaya demokrasi ihraç ederlerken de hep düzen için yapıyorlardı bunları alçaklar. Ama bütün bu gidişler İslâm’a göre düzen değilse, düzensizlik, ya da düzen bozma, bozgunculuk diyorduk.
Ali Şeriatî’nin ifadesine göre Fransız Renault fabrikasının sahibi orta Afrika’da kabile reislerinden birinin altına son model altın kaplamalı bir araba hediye eder. Reislerinin altında bu arabayı gören kabile mensuplarının her biri de bu arabalardan birer tane almak zorunda kalırlar. Böylece tüm kabile attan inip arabaya binmek zorunda kalırlar ve birden bire hayatları değişiverir. Fabrikanın müdürü patronuna sorar: Mösyö, söyler misin, niye bu adamların düzenlerini bozduk? Neden bu insanları da kendimiz gibi huzursuz yaptık? Araba fabrikasının sahibi der ki: Müdürüm biz at imal etmiyoruz, biz araba imal ediyoruz ve bize de bu iş için para lâzım, pazar lâzım, der. Evet bütün mesele para ve pazar. Bunun için de gözlerine kestirdiklerine kalkınma, ilerleme, modernizm gibi hedefler gösterirler. Sonra da onları asimilasyona tabi tutarak kendi kültürlerini, kendi dinlerini yerleştirirler.
Bu değişim, ya da toplumların düzenlerini bozma her zaman böyle kolay ve kendiliğinden olmayabilir. Kimileri bu münâfıkların kendilerine empoze etmeye çalıştıkları değişime karşı ayak diretebilir. O zaman bu işin imkânsız görüldüğü yerlerde de silahlar konuşmaya başlar ve toplu imhâlâr devreye girer.
Meselâ bu münâfıkların değişimini kabule yanaşmayan Brezilya’da virüslenmiş elbiselerle yüz binlerce Brezilyalı yok edilmiştir. Suçları batılılaşmamak, bâtılı münâfıkların kendilerine empoze ettikleri hayat tarzını kabul etmemek, ya da kendi düzenlerini değiştirmeye yanaşmamak. Tüm dünyada düzenleme adına düzensizliği ikâmeye soyunan bu münâfıklar, sundukları bu düzensizliğe karşı ayak direten Afrika’dan yüz milyon, Amerika’nın yerlilerinden ise doksan beş milyon insan katletmişlerdir. Bu iş için Ortadoğu ve Asya’da öldürdüklerinin adedi belli değildir. Milyonlarca insanın kanına girerlerken bu görevi de bir insanlık borcu olarak yaptıklarını söylüyorlardı. Zira beyaz Avrupalı’nın dışında herkes düzensiz, barbardı.
1942 yılında kendini dünyanın en medeni milleti kabul eden İngiltere, Çin’i top ateşine tuttu. Sebep neydi dersiniz? Sebep Çinliye afyon içirebilmekti. İngilizler afyon imal etmişler, bu afyonu da Çin’e Japonya’ya satmak, Çin ve Japon insanına içirmek istiyorlardı.
Japon halkı ayak diretmiş, bizim törelerimizde afyon içmek yoktur, biz bunu kullanmayacağız diyordu. İngilizlerin silahlarına hedef olan binlerce Japon bu yüzden hayatını kaybetti.
Ama işin acısı bu defa batılılar afyondan daha zehirleyici, eroinden daha fazla öldürücü olan demokrasiyi imal ettiler. Güzel güzel ambalajlar içinde tüm dünya insanlığına bunu sunmaya başladılar. Yeryüzünün düzeni adına yapıyorlardı bunu. Bu zehiri içmeyi kabul etmeyip diretenler oldu mu silahları konuşmaya başladı. Sadece Cezayir ve Tunus’ta iki milyon insan Fransızlar tarafından öldürüldü. Ateşli silahlarla Latin Amerika’da, Afrika’da ve Asya’daki milyonlarca insanı köleleştirdiler. İddiaları bu insanları medenileştirmekti. Güya bu insanlar bozuk yaşıyordu da bu bozukluğu düzeltmeyi hedefliyorlardı.
Eğer bir ülke insanı kendi değerlerine sahip çıkıp bunların empoze etmeye çalıştıkları düzeni reddetmeye kalkışırsa barış tehlikeye düşmüştür bunlar için. Hemen harekete geçerler. Bu barış sevdalısı münâfıklar Körfezde çıkarları söz konusu oldu mu hemen gemilerini yürütüverirler. Beş yüz milyon ton bomba atarak dört yüz bin Iraklı müslümanın kanını akıtıverirler. Yeter ki orada kendi düzenleri demokrasi hâkim olsun. Bunlar düzen bozucudurlar, bunlar halis münâfıktırlar.
Dönüyoruz şimdi kendimize: Elektrik kabloları, lavabo muslukları da dahil olmak üzere evimizdeki tüm eşyaları sokağa dökelim. Evi yeniden düzenlemek için yeniden yerleştirelim. Eğer İslâm o yerleştirmeye düzen demiyorsa bozgunculuk demektir bu. Yâni İslâm onlara ihtiyaç demiyorsa, tamam bu da olmalı! Bu da ihtiyaçtır! Evde bu da bulunmalı! demiyorsa, biz Allah’a ve Peygambere sorarak düzen yapmadığımız için bizimki de bozuk demektir ve biz de düzen bozucuyuz demektir.
Çocuğumuza aktardıklarımız, kendi kafamıza yerleştirdiklerimiz, eğer Allah ve Resûlüne sorulmadan yapılmışsa, biz de düzen bozuyoruz demektir. Biz de ifsat edenlerdeniz demektir. Kafamızı şöyle bir keselim; içindekileri bir masanın üzerine boşaltalım ve çağıralım kitap ve sünneti. Diyelim ki ya Rabbi, ya Rasûlallah! İşte ben bilir bilmez bütün bunları doldurmuşum kafamın içine! Ama anladım ki bunu size sormadan yapmışım! Şimdi pişman oldum. Bunlardan lâzım dediklerinizi, kalsın dediklerinizi tekrar koyacağım ve gereksiz bulduklarınızı atacağım! desek, acaba neler kalır oraya koyabileceğimiz, bir düşünün! Şimdi bu Allah’ın verdiği kafanın düzenini bozmak değil de nedir ya? Ama kendi arzumuzla kafamıza yerleştirdiklerimizi kastediyorum tabii. Yoksa biz istemeden gardiyanların okuduklarından öğrendiklerimiz değil tabii. Hani gardiyanlar sürekli bir şeyler okurlar, mahkûmlar da mecburen öğrenirler ya, o ayrı. Ben onları kastetmedim.
Soralım Rasulullah’a: Ya Rasûlallah bilir bilmez bir sürü şey yerleştirmişim ben bu kafaya, gel şunları yeniden bir yerleştirelim! diyelim. Nerede kullanacağımıza göre yerleştirmeliyiz ama. Meselâ adam Bakara öğreniyor para kazanmak için, Âl-i İmrân öğreniyor doçent olmak için, Nisâ öğreniyor kitap yazmak içinse bu da bozuk düzen olacaktır elbette. Mahza kulluk için öğrenilenlere, amele dönüştürmek ve hayatı onunla düzenlemek üzere öğrendiklerimize düzen diyor Rabbimiz.
Bunun dışında, meselâ şehri yeniden düzenlemek için başa geçirelim birini, veya adam işte okulda düzen için kurallar koyuyor, fabrikada kurallar koyuyor, evde kurallar koyuyor düzen için. Eğer Allah, onun koyduğu kurallara düzen demiyorsa, bizim koyduğumuz kurallara düzen demiyorsa, o zaman biz de düzen bozuculardanız demektir, Allah korusun. Meselâ hanımın şöyle davranması için bir kural koymuşuz. Eğer buna İslâm düzen demiyorsa, düzen bozmadır bu. Biz istediğimiz kadar düzen diyelim buna. Perdenin şeklini şöyle yaptın, döşemenin biçimini böyle yaptın, eğer İslâm buna izin veriyorsa tamam, değilse hepsi bozmadır, hepsi ifsattır bunların. Eğer şöyle diyorsanız: Efendim burada kastedilen itikadi düzensizlik değil mi yâni? Bu anlattıklarınızla ne ilgisi var? Bunlar itikadla alâkalı şeyler değildir. Bunlar sosyal ve ameli şeylerdir, filan diyorsanız. İyi de her amel bir imandan kaynaklanmıyor mu? Yâni yeryüzünde görüntülenen bir bozukluktan bahsediliyor burada. Amele dönüşmüş bir bozuk inançtan, bir bozuk imandan söz ediliyor âyet-i kerîmede.
Bakın: “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” denmiştir. Sonra da iman konusu gelecek:
Diye. Öyleyse fesat, kişinin hayatında görüntülenen bozukluğudur. Meselâ ikinci kat mesabesinde bir ev yapıyordu sahabe de Allah’ın Rasûlü razı olmuyordu buna. Çünkü imanın dışta görüntüsüydü, ve düzeni bozmaktı bu. Veya Hz. Ömer Efendimiz şehir planının kurallarını koyuyordu ve kim onu bozarsa bozguncu oluyordu tabii.
Demek ki biz, bulunduğumuz bölgenin düzenini Allah’a sorup yapacağız. En küçük biriminden en büyük birimine kadar hayatın düzenini Allah’a sormadan yapmayacağız. Meselâ kazanma ve harcama düzenimizi, cüzdan düzenimizi Allah’a sorup yapacağız. Aksi takdirde biz de bozguncuyuz demektir Allah korusun.
Meselâ insanın eğitiminde düzen, kesinlikle Allah’a sorulma-dan yapılmamalıdır. Birileri bir düzen koymuş ortaya ve demişler ki, işte efendim önce şunlar şunlar öğretilmelidir. Eğitimde şunlar şunlar önceliklidir. Eğer bütün bunlar Allah’a ve Resûlüne sorulmadan yapılıyorsa, Allah’ın öncelik tanıdıklarını sonraya almak şöyle dursun, adına bile izin verilmiyorsa bozmadır bu. İfsattır bu. Düzen sahibi olan Allah’a sormadan, vahye müracaat etmeden hukuk yapmaya çalışanların yaptıklarının tümü ifsattır. Ekonomiye düzen vermeye çalışanların yaptıklarının tamamı ifsattır. Allah’ın düzeninden habersiz kılık kıyafet düzeni yapmaya kalkışanların tamamının yaptıkları ifsattır, bozmadır.
13:”Onlara, insanların inandığı gibi siz de iman edin! Denilince.”
Kendilerine: “Şu mü’minlerin, şu insanların inandıkları gibi siz de inanın! Siz de onlar gibi mümin olun!” Denildiği zaman da. “Yâni siz de onlara benzeyin! Onlar gibi olun! Eğer İslâm’ı kabul ettiğinizi iddia ediyorsanız, onu samimiyetle yaşayan bir mü’min gibi İslâm dairesine girin! İmanınızda onlardan yana olun! Veya imanınızın görüntülenmesi onlara benzesin!” Denildiği zaman.
Yâni eğer namaza inanıyorsanız haydi kılın! Tesettüre inanıyorsanız haydi örtünün! dendiği zaman. Yâni mü’minler gibi imanınızı görüntüleyin! dendiği zaman. Çünkü Allah namaza da iman diyor Bakara’da. Öyle değil mi? Hani mü’minlerin kıblesi Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilince liderlik İsrâil oğullarından alınıp İsmail oğullarına, müslümanlara devredilince bunu hazmedemeyen yahudiler şu yaygarayı basmışlardı: Nasıl olur? Eğer şu anda döndüğünüz kıble doğruysa önceki kıldığınız namazlar boşa gitmiştir. Yok eğer dünkü kıbleniz doğru idiyse şu andaki kıldıklarınız boştur! diyorlardı da Allah buyurdu ki: Üzülmeyin ey mü’minler:
“Allah asla sizin imanlarınızı zayi edecek değildir. Allah kullarına karşı Raûf ve Rahîmdir.” (Bakara 143)
Buyuruyordu. Dikkat ederseniz zayi oldu dedikleri namazdı. Halbuki Allah “Sizin imanlarınızı zayi edecek değildir.” buyuruyor. Yâni bakın burada amele de iman dendi. Öyleyse amel de imandır, iman da ameldir. Bunlar birbirinden ayrılmaz iki bütündür. İşte onlara siz de Mü’minler gibi iman edin! Siz de mü’minler gibi imanlarınızı görüntüleyin! Siz de mü’minler gibi imanınızı amele dönüştürün! Siz de mü’minler gibi iman kaynaklı bir hayat yaşayın! Dışardan bakıldığı zaman sizin hayatınızda da mü’minler gibi imanınızın eseri görülsün! Denildiği zaman derler ki:
“Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız? derler.”
Yâni şimdi bizler de şu âdi, şu bayağı insanlar gibi mi iman edeceğiz? Bunlar gibi mi amel edeceğiz? derler. Yaşayan yaşasın! Biz konuşuyoruz derler. Bu işin yaşayıcıları ayrı, konuşucuları ayrı. Bizler edebiyatını yapanlardanız, yaşayanlar da yaşasın, biz onlardan değiliz derler.
“Dikkat edin! Gerçek sefihler, gerçek beyinsizler kendileridir. Fakat farkında değiller.”
Gerçi beyinsizler, beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki! Sapıklar, sapıklıklarını ne zaman anladılar ki? Bakın bu sözleriyle kimi kast ediyordu bu adamlar? Kime sefih diyorlardı? Arkadaşlar onların bu sefih dedikleri sahabeydi. Sahabeye sefih diyorlardı alçaklar. Bu sefihler gibi mi iman edeceğiz? Bugün de bu münâfık karakterli insanların aynı şeyleri söylediklerine şahid oluyoruz. Adama diyorsunuz ki; “Arkadaş, sahabe böyleydi, gel biz de böyle olalım! Biz de onlar gibi olmak, onlara benzemek zorundayız!” Çok rahat şunu diyebilmektedir adamlar: “E canım onların da ağzının tadı yokmuş yâni! Zevkleri yok-muş efendim! Yaşamayı bilmeyen insanlarmış. Hayatı tanımayan insanlarmış.”
Yâni gerçek müslüman tavrına davet edildiklerinde onu akılsızlıkla, beyinsizlikle itham edebiliyorlar. Veya evinde şunlar şunlar olmasın! denildiğinde: Yok ya! Bunu ancak zevkini bilmeyenler söyler! Diyebiliyorlar çok rahat. Ne bilecek bu enayiler ağzının tadını! Halbuki devir değişti! Filan diyorlar. İhtiyaç konusunda, ev tefrişi konusunda, hanımına karşı davranışları konusunda, sofrası, işçisine muamelesi konusunda, hademesine davranışları konusunda Allah’ın istedikleri hatırlatılınca çok rahat: İyi iyi anladık da arkadaş, hangi devirde yaşıyoruz? diyebiliyorlar. Bu devirde bunların modası çoktan geçmiştir diyebiliyorlar alçaklar.
Meselâ bir arkadaş bilirim, bugüne kadar tanıdığım sanayiciler içinde dükkanında çalıştırdığı işçilerine en iyi davranan, en güzel muamelede bulunan birisi. Paralarını bol bol veriyor; izinlerde, düğünlerde, bayramlarda haklarını fazlasıyla veriyor. İşçilerinden kendileri veya hanımları, çoluk çocukları hastalanınca yakından ilgileniyor, evlerine gidiyor, hal hatır soruyor, onlara elinden gelen her şeyi yapıyor. Ama buna rağmen geçen seneler hep onun arabasını artırdı, evini artırdı, parasını artırdı. Yâni onun her şeyi artarken, her şeyi değişirken, lâkin onun dükkanında çalışanlar hâlâ bisikletle gelip gidiyorlar.
Peki sormak lâzım şimdi: Onun her şeyi değişirken berikiler neden yerinde sayıyor? Ya da nereden kazanıyor bu arkadaş? Kazandıklarının tümü berikilerin emeği olarak çıkıyor ortaya değil mi? Öyleyse onlar sahabeydi efendim! Biz onlar gibi yapamayız ki! Veya devir değişti efendim! Kapitalist bir toplumda müslümanca davranışa yer kalmadı! Ne yapalım eğer dediklerinizi yaparsak bu toplumda yok olup gideriz! Gibi münâfık laflarını bırakalım da çalıştırdığımız insanları, ya da sırtından kazandığımız insanları kendi hayat standartlarımıza yakın bir hayata çıkarmanın yollarını aramak üzere bunu Allah’a ve Resûlüne sormaya çalışalım. Bu konuda ne dersiniz ey Allah’ım? Ey önderim! Demeyi öğrenelim inşallah. Hep asgari ücret belirleyen zalimlerin dediklerini dinlemeyim. Allah ve Rasulüne sormadan düzen yapanların düzenlerini can simidi bilmeyelim inşallah. Çünkü az önce de dediğim gibi onların yaptıklarının tamamı ifsattır, bozmadır.
Peki ne demek sefih? Sefih kim? Bakın onu, sefihin kim olduğunu Rabbimiz anlatıyor:
“Kim İbrahim dininden yüz çevirir işte sefih odur.” ( Bakara: 130 )
Sefihler İbrahim’in dininden, İbrahim’in yolundan yüz çevirenlerdir. Öyleyse adamlar kendilerini tam karşıda görüyorlar. Mü’min aynaydı ya zaten, bakıyorlar aynaya ve kendilerini görüyorlar. Yâni sefihler kendileridir. Çünkü kendileri İbrahim dininden yüz çeviriyorlar, Müslümanları gösterip, hadi sizler de bunlar gibi olun! Denilince de diyorlar ki onlar sefih. Görüyor musunuz? Adamlar imanı fakirlere, düşkünlere mahsus kabul ediyorlar da kendileri gibi şan şöhret sahiplerinin iman etmelerini düşüklük kabul ediyorlar. Bu iman ve amel işi o ağzının tadını bilmeyen zevksizlere aittir, bizler onlar gibi iman edemeyiz diyorlar.
14: “İnananlarla karşı karşıya geldiklerinde derler ki: İnandık!” “Şeytanları (kendilerini aldatan akıl hocaları) ile baş başa kalınca da, biz sizinleyiz! Biz onlarla sadece alay ediyoruz! Derler.”
Evet, müslümanlarla karşı karşıya kaldıkları zaman biz de müslümanız, biz de inanıyoruz derler. Sizin mü’mini olduğunuz şeylerin biz de mü’miniyiz derler. Ama müslümanlardan uzak akıl hocalarıyla özel mahfillerde buluştukları zaman da onlara derler ki: Biz sizinle beraberiz! Biz sizin safınızdayız! Biz sizin yanınızdayız! Kalbimiz sizinle beraberdir! Bakmayın siz bizim müslüman göründüğümüze! Aldırış etmeyin siz bizim müslümanca lâflar ettiğimize! Bütün bunları biz o müslümanları kandırmak için yapıyoruz! İnandığımız için filân değil! Aslında bu yaptıklarımızla biz müslümanlarla alay ediyoruz! Şu seçim sathi mahallerinde Allah, peygamber, din, iman, Kur’an, ezan, başörtüsü gibi bir kısım lâflar ettiğimize bakıp ta sakın bizim bunlara inandığımızı sanmayın! Biz aslında bunların hiç birisine inanmıyoruz! Biz aynen sizin gibi düşünüyor, sizin gibi yaşıyoruz! Sadece bu tür lâkırdılarla onların oylarını alabilmeyi hedefliyoruz! Bu enayilerle sadece alay ediyoruz! Ne yapalım, çaresiz onlardan görünmek zorundayız! Değilse bu enayiler bizi desteklemezler! Diyerek dostlarının, akıl hocalarının, kâfirlerin desteklerini kendilerinden çekmemelerini sağlamaya çalışırlar. Onlara karşı küfür tazelemesinde bulunurlar.
Amerika’daki, İsrail’deki, batı dünyasındaki kâfirlerle gizli gizli buluşmalarında, özel mahfillerde onlara sadâkat yeminleri veren bu alçakları inşallah bu saf müslümanlar bir gün anlayacaktır. Müslümanlarla karşılaştıkları zaman biz de müslümanız diyerek kendileriyle alay ettikleri halde hayatlarında inandık dedikleri İslâm’ın kokusunu bile göstermeyen bu sahtekârları tanıyacak bir gün inşallah bu müslümanlar. Kitaplarının bu âyetlerini tanıdıkça, Rablerinin bu uyarına kulak verdikçe, hadîseleri Allah rehberliğinde yorumlama basiretine ulaştıkça olacak yakında inşallah bu. Ama bu işin hızlandırılması için bilen müslümanlara çok iş düşüyor. Bir an evvel bu Allah âyetlerini insanlara ulaştırabilirsek, hem kendimizi, hem de çevremizi bu Allah âyetleriyle diriltmeyi hızlandırabilirsek olacak inşallah bu. Şüphesiz ki bu alçakların alçaklıkları, Allah tarafından bu kadar açık ve net bir biçimde ortaya konulunca, mü’minlerin gayızları kaynar, sinirleri kabarır. Onların hemen işini bitirmek için Cenabı Hakkın hemen bunları kahretmesini veya kendilerine: “Bu hainlerin hemen kökünü kesin! İşlerini bitirin bu alçakların!” gibi bir emir, bir âyet, bir işaret göndermesini beklerler Allah’ın. Mü’minler bu hale gelirler. Onlara karşı gayızla, kinle, nefretle bilenirler. İşte Cenab-ı Hak mü’minlerin hamiyet-i diniy-yelerinden ötürü bu dereceye geldikleri böyle son derece nazik bir noktada, bütün bu heyecanları yatıştırmak, mü’minleri teskin etmek için bakın şöyle buyuruyor:
15:”Hakikatte Allah onlarla alay eder ve kendilerini taşkınlıkları ve azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakır.”
Sanki bu âyetleriyle Rabbimiz biz müslümanlara şöyle buyuruyor: Siz sakin olun kullarım! Ben onlarla istihza ediyorum! Ben onları maskaraya çeviriyorum, çevireceğim de daha. Âdeta Rabbimiz azgınlıklarına meydan veriyor, fırsat veriyor. Peki bu istihzayı nasıl anlayacağız acaba? Yâni nasıl bir istihza ediyor Allah onlarla? Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun mânâsı şudur Allahu âlem:
1- Dünyada bu adamlara müslüman muamelesi yapılıyor. Gerek ibâdet ve gerekse muamelât konusunda İslâm ahkâmı müslümanlara uygulandığı gibi aynen bunlara da tatbik edilir. Çünkü bu adamlar her ne kadar müslüman değillerse de müslüman görüntüsü sergileyen insanlardır. Müslüman olmadıkları halde biz de müslümanız diyen insanlardır. Kalpleri kâfir, ama dilleri ve dışları müslüman görüntüsü veren insanlardır. Onun içindir ki bunlara da İslâm hukuku uygulanır. Bunun sebebi:
A- Böylece bunları bu kalben inanmadıkları İslâm ahkâmının tatbikine mecbur ederek her lahza gönül azabı içinde bırakmak ve münâfıklıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. İşte istihza-i İlâhîden kasıt budur Allahu âlem. Düşünebiliyor musunuz? Adamlar inanmadıkları bir dinin namazını kılmak zorunda kalacaklar, inanmadıkları bir dinin orucunu tutmak zorunda kalacaklar. Azap bu yahu! Kalben kâfir iken dış görünüşü ile müslüman gibi görünmeye çalışmak adamı mahveder ya hu! Ruh dengesi bozulur insanın. Ama işte mertçe seçimlerini yapamamış, açıkça tercihlerini ortaya koyamamış bu insanlar böyle kendi elleriyle kendilerini bir tür azabın içine atmaktadırlar. Ve işte Allah böylece onlarla alay etmektedir. İşte istihza-i İlâhiyi böyle anlamaya çalışıyoruz.
B- Bir ikincisi de bunlar kendileri vapuru kaçırdılar ama bunların çocuklarından ciddi müslümanlar çıkmasına imkân hazırlamak için, Allah onlara imkân tanıyor. Böylece çocuklarına İslâm’ı duyurma imkânı hâsıl oluyor demektir. Yâni Allah bu adamları deşifre etmiyor. Yüzlerindeki maskelerini indirivermiyor. Münâfıklıklarına izin veriyor. Açık seçik âyetler göndererek bunların kimliklerini ortaya koyuvermiyor ki İslâm toplumu içinde yaşayan çocuklarına mesaj ulaştırılabilsin. Kendileri boşa gitse bile çocukları kurtulsun. İşte istihza-i İlâhiyi bir de böyle anlıyoruz.
C: Bir de hadislerde anlatıldığına göre Allah, bu münâfıklarla yarın istihza edecek. Bu istihzayı kıyamet günü gerçekleştirecek. Nasıl? Şöyle: Yarın Rabbimiz cehennemin kapılarını açıp: “Haydi ey kâfirler çıkın! Azabınız, cezanız bitti!” Buyurarak onlarla istihza edecekmiş. Onlar Allah’ın bu müjdesini duyunca sevinçten çılgına dönmüş bir biçimde cehennemin açılan kapılarına yönelecekler ve tam çıkmak üzere kapıların önüne geldikleri zaman da Allah kapıları kapatıverecek ve bunlarla bu şekilde alay edecekmiş. Düşünebiliyor musunuz? Binlerce, on binlerce yıl azabın içinde mahvolmuş, kahrolmuş insanlar bir anda Allah’tan âzât müjdesi alıyorlar. Onlardaki sevinci, heyecanı bir tasavvur edin.
Ve kurtulmak üzere tam kapıların ağzına geldiklerinde bir anda kapıların kapatılıp kurtulma ümitlerinin bittiği andaki tükenişlerini, kahroluşlarını bir tasavvur edin. Peki niye böyle istihza ediyor Rabbimiz onlarla? Çünkü onlar da dünyada böyle yapmışlardı müslümanlara. Onlarda önce özgürlük var efendim, din ve vicdan hürriyeti var, isteyen istediği gibi giyinebilir. İsteyen istediği gibi bir hayat yaşayabilir diyerek müslümanların önlerini açıyorlar, müslümanları tespit ediyorlar, samimi müslümanları fişliyorlar, ama sonra tüm kapıları kapatıp tek tek müslümanları topluyorlardı ya. İşte “Elcezaü min cinsil amel” Fehvasınca onların amelleri, yaptıkları cinsinden onlara ceza vermektedir anlıyoruz.
16:”İşte bunlar hidâyet yerine dalâleti satın almışlardır. Ama ticaretleri kâr getirmemiştir. Doğru yolu da bulamamışlardır.”
Hidâyet tam ellerine geçmişken onu bırakıp da dalâleti, sapıklığı tercih ettiler. Hidâyet yerine dalâleti satın aldılar. Hidâyeti dalâletle değiştirdiler. Hidâyeti verip dalâleti tercih ettiler. Böyle bir alışverişte bulundular ama onların bu ticaretleri kendilerine kâr getirmedi. Kâr yolunu bulma imkânları da kalmadı. Ticarette iki maksat vardır:
1- Sermayeyi korumak, 2- Kâr etmek,
Bunlar kâr etmek şöyle dursun sermayeyi bile koruyamadılar. Sermayesi olmayan, sermayeyi koruyamayan bir adamın kâr etmesi düşünülebilir mi? Bırakın kâr etmeyi mevcut sermayeyi bile kaybettiler bu adamlar diyor Rabbimiz. Peki neydi bu sermaye? Sermaye imandı, sermaye hidâyetti. Hidâyeti kaybeden, imanı kaybeden bir adam nerde kaldı kâr etsin. Zira imansız hiçbir amelin kıymeti yoktur. İmandan kaynaklanmayan her amel boştur. Kâfirlerin yaptıkları her şey boştur. Onların yaptıkları zahiren insanlık için hayırmış gibi görünen tüm amelleri, tüm eserleri imandan kaynaklanmadığı için yarın değerlendirmeye bile tabi tutulmayacaktır.
17:”Onların örneği şu misal gibi ki! Ateş çevresini aydınlatınca da: Allah onların nûrunu gideriverdi. Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapkaranlık bırakıvermiş.”
Kur’an’ın bir anlatım üslûbu, bir ifade mantığı vardır. Allah soru sorar Rasûl-i Ekrem’e. Farklı sorular sorar. Ama arkasından bakıyoruz:
“İşte bunlar gayb haberlerindendir ki; biz sana bunları vahyediyoruz. Sen de, kavmin de daha önce bunları bilmezdiniz.”(Hud: 49)
Deniliyor. Bunlar gayb haberleridir ki biz onu sana vahyediyoruz, öğretiyoruz deniliyor. Peki şimdi bu ne biçim iş mi diyeceğiz? Yâni ne bilecekti Rasulullah da Allah bunları soruyor mu diyeceğiz? Hayır böyle bir şey demeye hakkımız yoktur. Çünkü Allah’ça ifade böyledir diyoruz. Allah böyle ifade etmeyi murad etmiştir, kimse ona hesap sorma hakkına sahip değildir. Amenna. Meselâ bakın Cenab-ı Hak yine soruyor:
“Kaaria nedir? Bilir misin kaaria’nın ne demek olduğunu? Ama sen nerden bileceksin bunu? (Kaaria 1,2,3)
Diye bir soru soruyor. Ama aynı Allah yine kitabının başka bir yerinde kendisine soru sorulan bu insan için:
“Hakikaten o çok zâlim, çok cahildir.” (Ahzâb: 72) Buyuruyor.
Yâni soran kim? Allah. Allâm’ul guyûb olan, âlim’ul gaybi veş-şehadeh olan, yâni gaybın da, şehâdetin de bileni, en bileni, mutlak bileni olan, Alîm olan, Habîr olan, Semî olan, bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, tam bilen, mükemmel bilen, eksiksiz bilen Allah soruyor. Peki kime soruyor Allah? Sorulan kim?
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُؕ اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ
Azhap Suresi 72.ayeti kerimesinde diye tarif buyurduğu insana soruyor. Yâni zâlim, kendisine zulmeden, ya da cahil, bilgisizin bilgisizi olan insana soruyor. Ha! Öyleyse bu soru değildir diyoruz. Yâni cevap isteyen bir soru değildir bu. Ama Allah sordu diye soru diyoruz. Değilse Rabbimiz için bilmediği bir konuda cevap bekleyen bir soru soruyor dememiz caiz değildir. Ve işte Kur’-an’ın böyle bir anlatım modeli vardır diyoruz.
Cenab-ı Hakkın bu anlatım modellerinden biri de burada olduğu gibi kişiyi mücerret konularla, soyut konularla sanki zor durum-da bırakıp da onun bocalaması söz konusu olacaksa, yâni o konuyu hayata indirgemesi problem olacaksa, o zaman Cenab-ı Hak örnekleme yapıyor. Konunun anlaşılabilmesi için örnek verir Rabbimiz. Meselâ diyor ki Allah bakın:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.“(Nûr 35)
Karmaşa bir konu. Nasıl anlayacağız? Allah ve nûr. Ne demek nûr? Derken insanı bu karmaşadan kurtarmak için hemen arkasından bir misalle Allah’ın nûrunun ne demek olduğunu örnekleyiverir Rabimiz.
Buyurarak bu nûrun misali şöyledir diye hemen örneklemeye geçiverir. İşte aynen bunun gibi burada da Rabbimiz bize münâfıkların karakteristik özelliklerini anlatırken belki anlaşılmadı, belki anlayamadınız diyerek bir örnekle konuya açıklık getiriyor:
Diye buraya kadar anlatılan insan toplumlarının bir örneğini sunmaya başlıyor Rabbimiz. Buraya kadar hatırlayın üç grup insan anlatılmıştı:
1- Muttaki olanlar,
2- Kâfirler,
3- Bir de,
Denen üçüncü grupta olanlar.
Peki acaba buradaki örnekleme bu anlatılan insan gruplarının hepsi için mi? Yoksa sadece en son anlatılan grup için mi? Tabi insan Arapça kurallarından yararlanarak bu, en son anlatılan gruba aittir diyebilecektir. Çünkü biliyoruz ki; Arapça’da zamirler en yakına aittir kaidesi vardır.
Yâni buradaki: zamiri (Onlar) kim onlar? Kendilerinden en son söz edilenler olacaktır elbette. Buna göre anlıyoruz ki, burada bu misalle anlatılacak insanlar diye en son anlatılan insanlar olacaktır.
Peki neydi o? Tekrar dönelim o bölüme: Kendi kendilerine kalınca: “Biz müslümanlarla dalga geçiyoruz” diyenler. Ama müslüanlarla beraber olunca da: “Ya biz de müslümanız! Biz de inanıyoruz! Biz de sizinle beraberiz!” diyenler.
İşte Allah bu gruba bir örnek sunacak. Tanınmaları çok zor olan ve lâkin tanınmalarında müslümanlar açısından mutlak zaruret olan, İslâm’ın ve müslümanların baş düşmanlarıyla ilgili bir örnek sunacak. Şimdi eğer biz örnekle anlatılan konuyu anlayabilirsek, yâni örneği anlayabilirsek, örneklendirileni de anlayabileceğiz demektir. Örnek anlaşılınca konu da anlaşılmış demektir.
Meselâ ben içinizden birine: Bana bir halı yapabilir misin? Desem. O da: Nasıl? Ne model? Hangi model bir halı istersin? Deyince, ben de ona istediğim halının modelini çizmeye çalışsam. Eğer o benim çizmeye çalıştığım modeli anlayamamışsa, o zaman benim istediğim halıyı hiç anlayamamış demektir. Örneğin anlaşılması, konunun anlaşılması mânâsına gelecektir. Bakalım burada da bir örnek sunulacak inşallah, örneği anladığımız kadar da âyetin anlattığını anlamış olacağız.
Kimi müslümanlar yukarıdaki âyetin anlattığını anladık da burada anlatılanı anlayamadık filan diyorlar. Örneklenmek istenen konuyu anladık da örneği anlayamadık diyorlar. Bu benim anlayabildiğim kadarıyla şundan kaynaklanıyor: Tefsirler bu bölümün anlaşılmasının zor olduğunu, müşkül olduğunu, içinden çıkılmaz karışık ve karmaşa olduğunu söylüyorlar ısrarla. Okuyanlar da şartlanıyorlar ve bir şey olmalı herhalde! Diyorlar. Acaba ne anlayacağız? Nasıl anlayacağız? Diyorlar, zorlanıyorlar, bir şey de bulamıyorlar tabii.
Bu sefer de: Galiba anlamadık! demeye başlıyorlar. Böyle değil, Kur’an aslında anlaşılmamak için gelmemiştir. Bu bölümü de anlarız, ama bizim seviyemiz kadar anlarız. Bize lâzım olacak kadarını anlarız. Burası çok önemlidir. Bizim Kur’an’dan anlamamız gereken nokta, bizim hayatımızı düzenlemek içindir. Meselâ ben cihan imparatoru bir adam olsam; o zaman benim bu âyetten anlayacağım seviye farklı olacaktır. Ben kadı olsaydım, görevime göre farklı bir şeyler anlayacaktım. Peki bizim seviyedeki insanlar için ne varmış? Bizim seviyedeki insanların hayatlarını düzenlemek için ne var Kur’an’da?
Önce hiç âyetin başıyla ve sonuyla bağlantısı olmadan söylüyorum:
“Onların örneği şu misal gibi ki!”
Dedi ve bir tablonun önüne çekti bizi. Veya bir pencere açtı Kur’an bize, bir ekran çıkardı karşımıza ve şu örneği önce bir anlayın dedi bize. Yâni formüle edilen bir problem vardı ortada, onu bir kenara aldı ve onu anlamanız için size yeni bir tablo çiziyorum dedi Allah. Peki neymiş bu?
“Bunların durumu şol şahsın örneği gibi ki, ateş yakıyor. Ateş yakmak için çabalıyor adam.”
Olunca, hem ateş yakıyor adam, hem yakmaya çalışıyor, hem de yakma işini sürdürüyor olacaktır mânâ. Bir adam düşünün ki arazide ateş yakıyor. Tabii sobada değil, fırında da değil. Dünün ateşi gibi düşünmek zorundayız. Açıkta, meydanda, boşlukta ateş yakıyor. Adam ateş yakıyor:
“Ateş çevresini aydınlatınca da:”
“Allah onların nûrunu gideriverdi.”
İşte karıştırılan durum burası. Bir kişi ateş yakıyor. Ateşi yakan bir kişi olduğu halde ardından da Allah onların nûrunu giderdi deniyor. Peki kimlerin nûrudur bu giderilen nûr? Allah o ateş ile beraber olup o ateşin yakılmasıyla birlikte çevresini aydınlatan insanların gözlerinin görme özelliğini alıveriyor. Yâni orada birileri var. Yâni kendi sosyal hayatınızdan düşünün, tabii çevre ile birlikte düşünün. Birisi ateş yakmış obanın kenarında, köyün kenarında veya bir kampın kenarında. O ateş çevreyi aydınlatmış, birileri var tabii orada, o ateşle ilgi kurmuşlar. Sonra aydınlanmışlar, dünyaları aydınlanmış. Sonra da Allah onların gözlerinin nûrunu alıvermiş. Ateş yanıyor, çevreyi aydınlatıyor, aydınlatmaya devam ediyor ama; adamların ateşle ilgileri kalmamış. Ondan sonra da:
“Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapkaranlık bırakıvermiş.”
Ondan sonra da:
18:”Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler.”
Şimdi bu adamlar, artık dünyaları karardığı için, eşya ile irtibatları kesildiği için, ne yapacaklarını şaşırmış haldedirler. Az evvel görüyorlardı ama şimdi görmüyorlar. Her şey bitmiş, sağır, kör ve topal hale gelmişler. Bu bir, bir de:
19:”Ya da (bunların durumu) semadan bardaktan boşanırcasına inen bir yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir ki, onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek var; yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. Ve Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”
Evet, onlar gökyüzünden bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmura tutulmuşlardır. Şiddetli bir yağmurun altında kalmışlardır. Böyle bir ortamda bulunan insanlar düşünün.
O yağmurda, o ortamda: “Karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek var.”
Karanlık üstüne karanlıklar var. Yâni yağmurun karanlığı, kalbe çöken kasvet karanlığı, gecenin karanlığı, çevrede ışıkların sönmesinin, aydınlığının bitmesinin karanlığı, böyle biteviye karanlık var. Sonra yıldırım ve şimşek var. Gök gürültüsü ve şimşek var, yıldırımlar var. Sonra oradaki bu insanlar, bu korkunç ortamda bulunan bu insanlar: Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar.”
Bu ortamda ölüm korkusu nedeniyle parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar. Ama bilmeliler ki: “Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”
Hiçbiri kaçacak bir delik bile bulamayacaktır. Hemen böyle bir parantez cümleyle işin Allah’a ait olduğunu anlatıveriyor. Yâni İslâm da sosyal olaylar, tabii olaylar, Allah’sız anlatılamaz. Aslında karanlık, yıldırım ve şimşek de Allah’ın âyetleridir. Gök gürültüsü, yağmur, kar hepsi Allah’ın âyetleridir. Meşhûd âyetlerdir bunlar. Müşahede edilen, görülen, göze hitap eden görsel âyetlerdir bunlar.
20:”Şimşek neredeyse onların gözlerini alıverecek; Şimşek onlara ne zaman aydınlık verdi, onun ışığında yürüyorlar, ama her ne zaman karanlık üzerlerine çöktü, dikilip kalıyorlar…”
Yâni şimşek gözlerini kamaştıracak biçimde parlak bir ışık saçıyordu.
“Şimşek onlara ne zaman aydınlık verdiğinde.”
“Onun ışığında yürüyordular.”
Onun aydınlığında yol bulma imkânı elde ediyorlardı. Ama:
“Ama onlara karartı verdi mi kalıveriyordular.”
Bu manzara da anlaşıldı mı? Anlaşıldı.
Şimdi neymiş? Işık var; acaba bu vahiy mi? Ateş yakan biri var; acaba bu Peygamber mi? Yoksa bu ateşi yakan adamın kendisi mi? Şu oldu; acaba melek mi? Öteki oldu; arz mı? diye burada anlatılanları teşbih-i temsili olarak hepsini başka bir şeye benzetmeye çalışmak yerine, bu olayı bizim anlayacağımız âyetleri anlatan âyetler olarak anlasak belki biraz daha hoş olacak.
Meselâ baştaki örneğe dönüyorum şimdi: Bir adam var ateş yakıyor, çevresini aydınlatıyor, ama kendisi ateşle ilgisini kesmiş adam. Neden kesmiş?
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır.”(Bakara 7)
Âyetinde anlatılanlardan olmuş da onun için ilgisini kesmiş. Yâni Allah onun gözünün işini, kulağının işini, kalbinin işini bitirmiş, anlama özelliğini bitirmiş de ondan. Artık o insan hem ateş yakıyor, hem çevresindekileri aydınlatıyor, ama kendisi ondan mahrum kalıyor. Öyleyse bu, kişinin kaybını anlatan, ya da nifakını ortaya koyan güzel bir örnektir.
İşte meselâ şu anda ben ateş yakıyorum ve çevremi aydınlatıyorum. Benim yaktığım bu ateşle sizler aydınlanıyorsunuz. Gönlünüz aydınlanıyor, ruhunuz ve düşünceniz aydınlanıyor. Bir şeyler anlıyorsunuz, bir şeyler öğreniyorsunuz. Sizin öğrenmenize, sizin aydınlanmanıza sebep olan bu ateşi şu anda ben tutuşturmaya çalışıyorum. Ama yaktığım bu ateşe karşı ben kendim nötr davranırsam, kendi gayretsizliğim sebebiyle veya kendim konusunda negatif isteğim sebebiyle bu yaktığım ateşten kendim istifade etmek istemezsem, bu yüzden de benim gözümün nûru alınır ve kalbim mühürlenirse; ben de aynen o adam gibi olurum Allah korusun.
Ateş yakıp, yaktığı bu ateşle çevresini aydınlatan, ama kendisi bu ateşten mahrum kalan kişi. Çevresine ışık dağıtıp kendisi karanlıkta kalan kişi. Tıpkı ekmek fabrikası kurup imal ettiği on binlerce ekmekle çevresini doyuran ama; akşam evdeki çoluk çocuğuna koltuğunun altında iki tane ekmek götürmeyen adam gibidir. Veya başkalarına dağıttığı ekmekten kendi ağzına götürmeyen adam gibidir.
Meselâ birilerine aman namuslarınıza, iffetlerinize sahip çıkın! Derken kendi ehlinin namusuna, iffetine dikkat etmeyen kimse gibi. Veya aman çocuklarınızı Allah’ın istediği biçimde müslümanca eğitin! Dediği halde kendi çocuklarının eğitimine dikkat etmeyen kimse gibi. Birileri onun bu beyanları ve irşatlarıyla aydınlanırken, kendi hayatı tamamen bu konularda karanlık olan adam. Başkalarının çocuklarını eğitmeye çalışırken kendi çocuklarını eğitmeyen, kendi ailesinin namus ve iffetine sahip çıkmayan adam. İşte münafığın durumu bunun gibidir, diyor Rabbimiz.
Demek ki kimi insanların görüntülenen örneği buymuş. Kimi insanlar vardı hani vahiyle ilgisiz. Kâfirle müslüman arasında, küfürle iman arasında gelgit yapan insanın örneğiydi bu. İşte kâfir ile mü’min arasında olurmuş bu adam. Hem ateş yakarmış, hem de kâfir gibi davranırmış. Hem başkalarına İslâm’dan söz edermiş, hem de kendisi dediklerine karşı kör ve sağır kesilirmiş.
“Artık bunlar görmezler; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönemezler.”(Bakara 18)
Olurmuş yâni. Bakıyoruz adama hem Kur’an anlatıyor, hem sünnet yazıyor, hem kitap yazıyor, hem talebe yetiştiriyor, ama kendine karşı o kadar kör ve sağır ki. Başkalarına duyurduklarını kendine karşı uygulama noktasında o kadar kayıtsız, o kadar vurdum duymaz ki adam. Karısına karşı o kadar kör ve sağır ki, çocuklarına karşı o kadar kör ve sağır ki, o kadar sağır ve vurdum duymaz ki adam. Allah korusun, sanki başkalarına duyurduğu dinle kendine uyguladığı din tamamen farklı. Bunu anladık inşallah.
İkinci örneğe geçiyorum: Her tarafta yağmur, her tarafta karanlık, kasvet ya da güneşsizlik, aysızlık söz konusu. Yâni böyle bir ortamda bir adam vardır. Şimşek çakıp da etrafı aydınlanınca şöyle biraz biraz adım atma imkânı buluyor; ama ondan sonrasını da onunla görebilse, onunla bulabilse ya! Hayır ondan sonra bocalayıp kalıyor. Nasıl yürüsün de yâni! Bir kere şimşek çaktı, onunla bir adım attı! Ve bitti o kadar.
Şöyle değil mi ama bakın; Yâni bu adam kısa bir zaman Kur’-an’la beraber oluyor, sünnetle beraber oluyor. Ayda bir defa veya haftada bir gün geliyor müslümanların sohbetlerine katılıyor, onların ağzından Kur’an sünnet dinliyor, duyduğu bu kırıntılarla biraz biraz içleri aydınlanıyor, onunla birkaç adım atıyorlar, birkaç saat idare ediyorlar; ama daha sonra oradan ayrılınca yine eski vahiysiz hayatlarına dönüverince de yine karanlıklar içinde kalıveriyorlar. Yâni âyetin ifadesinden anlıyoruz ki, şimşek kendisinin dışında olan bir hadîse. Yâni kendisi istediği zaman o şimşeği çaktıramıyor. Şimşeği Allah çaktırıyor.
Bunlar da kendileri bizzat Kur’an’la diyalog kurmuyorlar da, yâni istedikleri zaman bu şimşeği çaktıracak, kendileri bizzat Kur’an’la diyalog kurabilecek konuma gelmiyorlar da birilerinin bu ışığı yakmasını bekliyorlar. Birileri bu kitabı okusun! Biz dinleyelim. Birileri anlasın! Birileri bize anlatsın biz onu dinleyelim demeden yanalar. Birileri kitapla meşgul olsun biz işimize bakalım demeden yanalar adamlar. Çünkü bu kitaptan daha öncelikli işleri var adamların. Müslümanlıktan öncelikli işleri var. Para kazanacaklar, arabalarının modelini değiştirecekler, evlerini, sofralarını zenginleştirecekler, millet vekili olacaklar, bakan olacaklar, dekan olacaklar adamlar. Şimdi bunlar dururken kitapla, sünnetle ilgilenmeye zaman ayırmaya ne gerek var. Birileri öğrensinler onu, birileri yaksınlar ışığı biz de onlardan istifade ederiz diyorlar.
Yâni bu adamlar bazen bazen iman ediyorlar, gayret ediyorlar, mü’min olmaya çalışıyorlar, anlatanların yanına giderek biraz bir yol buluyorlar; ama daha sonra kendilerinin kitapla diyalogları olmadığı için yine o karanlıklar âlemine dönüveriyorlar.
Buradaki karanlık; küfür, nifak ve şüphe karanlığıdır. Vahiyle beraber olunca bir an bunlar kaybolup yerini iman aydınlığı alıyor. Onun aydınlığında birkaç adım atıyorlar, birkaç gün idare ediyorlar ama daha sonra vahiyle ilgileri kesilince, kendi dünyalarına, kendi âlemlerine döndüklerinde kalâkalırlar. Yine orada da bir şeyler yapmaktadırlar, ama boştur bunların hepsi.
Ya da burada anlatılan; bu çakan şimşekten kasıt, bu adamların dünyada söyledikleri La İlâhe illallah sözüdür denmiş. Yâni bu adamlar bu sözü söyleyerek bir ışık yakmışlar, müslüman olmuşlar; ama müslümanlığı sadece bununla bırakmışlar. Daha sonra Allah’ın kendilerinden istediği amelleri yaşayarak bu ışığı koruma altına almamışlar, bu imanlarını güçlendirmemişler de yaktıkları bu ışık sönüvermiştir. Müslümanlığı sadece kelime-i şehâdetten ibaret zannettikleri için nûrları sönüvermiştir.
Bir de bu âyet münâfıkların dünya hayatında İslâm nîmetinden faydalanmalarını anlatır denmiş. Yâni yakılan bu ışıktan kasıt dünya-da geçici olarak İslâm nîmetlerinden istifade etmeleridir. Dünyada bu adamlar müslüman göründükleri için müslüman kadınlarla evlenirler, müslümanlara varis olurlar, ganîmetten faydalanırlar, kanlarını ve canlarını emin kılarlar. Dünyada bu kadarcık bir istifadeleri olur ama bütün bunlar sadece dünya ile sınırlıdır. Öldükleri zaman her şey bitecektir. Yâni ölünce bu ışık onlar için sönecektir artık anlamına gelecektir bunun mânâsı.
Veya bu âyet Hadîd sûresinde anlatıldığı gibi bu münâfıkların kıyamet günü nûrlarının söndürüleceğini anlatır. Hani kıyamet günü mü’minlerle münâfıklar bir arada dururlarken Allah mü’minlere buyuracak ki: “Ey mü’minler! Haydi sizler cennete gidin!” Mü’minler de önlerini ve çevrelerini aydınlatan nûrlarıyla, ışıkları ile oradan ayrılıverince münâfıklar karanlıkta kalıverecekler. Etrafları kapkaranlık oluverecek, üzerlerine bir kaos çökecek, kahrolacaklar, perişan olacaklar ve hemen bağıracaklar müslümanlara:
O gün münâfık erkek ve kadınlar mü’minlere şöyle seslenirler: Ey mü’minler! Birazcık bize dönün de nûrunuzdan biz de istifade edelim.”(Hadîd 12)
Hey! Müslümanlar! Kardeşlerimiz! Arkadaşlarımız! Hemşehrilerimiz! Dönün bize, biraz da biz de bakalım. Şu nûrunuzdan biraz da biz istifade edelim. Ya da bizden tarafa dönseniz de biz de ne yapacağımızı bir bilsek, filan diyecekler. Dünyada da böyleydi zaten bunların vaziyeti. Dünyada da müslümanların yanına geliyorlar onların okuduğu, anlattığı âyetlerden biraz biraz kırıntı alıyorlar, bu kırıntı bilgilerle biraz yol alıyorlar, birkaç gün idare ediyorlar ama sonra kendi dünyalarına dönüverince de karanlıkta kalıveriyorlardı. İşte burada da aynen böyle. Dönün bizden tarafa da biraz nûrunuzdan istifade edelim diyecekler. Denilecek ki onlara:
“Dönün arkanıza ve nûrunuzu arkanızda arayın.”(Hadîd aynı âyetin devamı)
Yâni hayrola beyler! Ne oluyor? Hayrola bir durum mu var? Dönün geriye de nûrunuzu arkanızda arayın bakalım. Dünyada nûr bulacaktınız! Dünyadan nûr getirecektiniz! Burada nûr mu aranır? Burada nûr mu bulunur? Dünyada arasaydınız bu nûru! Biz bunu dünyadan getirdik. Bu nûr Kur’andı! Bu nûr vahiydi! Vahiyden ne kadar haberdarsa kişi, onun o kadar nûru var demektir.
Hayatını düzenleyecek kadar, kendisine yol gösterecek kadar bir âyetten haberdar olan kişinin bir âyetlik nûru, on âyet bilenin on âyetlik nûru, yirmi sûre bilenin yirmi sûrelik nûru vardır. Kitaptan hiç haberi olmayanlar da nûrsuzlardır.
İşte Bakara sûresinin bu âyetinde de belki dünyada yanan bu nûrlarının âhirette söneceği anlatılmaktadır diyoruz.