Bir önceki dersimizde Ali Küçük Hocamızın Bakara suresinin 3.ayeti kerimesinin ilk kısmının tefsiri anlatılmıştı. Derslerin uzunluğundan dolayı yarıda kalan Bakara Suresinin 3 ayetinin devamı niteliğinde olan bu dersimiz Bakara Suresinin 4. ayetinde bırakılmıştır. Dilerseniz Süleymanlı Haber olarak yarım Kalan Bakara Suresi 3.ayeti kerimenin tefsir dersine geçelim.
Gaybın bir kaç çeşidi vardır:
1- Hiçbir delili olmayan gayblardır ki; bunları ancak Allâm’ul Guyûb olan Allah bilir. Ne melek, ne cin, ne de resûllerin bilmedikleri gayb. Allah’tan başka hiç kimsenin, hiçbir varlığın bilmediği gayb.
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. O’ndan başkası asla onu bilemez!”(En’âm 59)
Âyeti bunu anlatır. Bu konuda söz sahibi sadece Allah’tır. Kur’-an-ı Kerîm’de Cenab-ı Hakkın mahiyetini açıklamadığı, sadece varlığını ve ismini bildirdiği bazı gaybî gerçekler vardır.
“Kıyametin saatini bilmek ancak Allah’a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz ki bütün bunları bilen Allah’tır, Allah her şeyden haberdardır.”( Lokman: 34 )
Bunlar hiç kimsenin bilmediği gaybî konulardır. Hattâ bakın Allah’ın Rasûlü buyurur ki, Kur’an’ın diliyle:
“De ki; Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim kendim için hayrı çoğaltır, bana hiçbir kötülük de dokunmazdı.” (A’râf: 188)
Öyle değil mi? Allah’ın Rasûlü, başına gelecekleri bir saat öncesinden bilseydi tedbir almaz mıydı? Meselâ onu akrep sokmuştur. Bir kaç dakika önceden bunun başına geleceğini bilseydi, Allah’ın Rasûlü tedbir almaz mıydı? Savaşta kılıç darbesi almış ve mübârek yanakları yaralanmıştır. Attan düşmüş ve kendisine sihir yapılmıştır. Gaybı bilseydi bunlara tedbir almaz mıydı Allah’ın Resulü? Hanımının gerdanlığı kaybolmuş, çölde saatlerce aranmış, hattâ hanımı Hz. Ayşe hakkında bu konuda dedikodu çıkarılmış, durumu bilmeyen Allah’ın Rasûlü çok huzursuz olmuş; “Ya Ayşe doğru söyle, böyle bir şey oldu mu?” buyuracak kadar bunalmış ve Ayşe anamızın temiz olduğuna dair âyetler gelinceye kadar da huzursuz bir vaziyette beklemiştir. Eğer Allah’ın Rasûlü gaybı bilmiş bunlar asla olmazdı.
Sûrenin daha sonraki bölümlerinde gelecek ve Rabbimiz şöyle buyuracak:
“Sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilirim.”
Buna göre insanların kalplerinden geçirdikleri düşünce ve niyetler de ancak Allah’ın bilebildiği gaybî bilgilerdir. Hiçbir kimsenin bu gibi şeyleri bilmeye veya bu konularda fikir beyan etmeye hakkı ve selahiyeti yoktur. Her kim ki bu gaybî konuları bildiğini iddia ederse veya “falan zat kalpten geçenleri bilir” derse:
a- Yalnız Allah’a ait olan bu gaybı bilme sıfatını kendisinde gördüğünden dolayı,
b- Kendisine vahiy geldiğini iddia ederek Allah’ın, son elçisi aracılığı ile vahyin kesildiğine dair verdiği haberini yalanladığı için küfre girmiş olur.
Yâni biraz önce de söylediğim gibi, kimileri “İşte bu zat kalpten geçenleri bilmektedir” diye övülmeye çalışılıyor. Halbuki kalpten geçenleri bilmek bir üstünlük sebebi değil ki! Yâni birisi benim kalbimden geçenleri bildiği için üstünse, ben onları ondan önce bildiğim için, ondan daha üstünüm demektir. Sonra ne olacak benim kalbimden geçenleri bilmesi? Ne işi var benim mahremimde adamın? Allah’ın örttüğünü açmasının ne mânâsı var ki? Elhamdülillah ki Rabbim örtüvermiş onları. Değilse aynı yastığa baş koymuş karı koca bile bir anda kalplerinden geçenleri bilivermiş olsalardı belki yüz yüze bakamayacak hale gelirlerdi. Neden? Çünkü insanın kalbinden elinde olmadan çok acayip şeyler geçebilmektedir ve onların tümüne muttali olan Rabbimiz bile eyleme dönüştürmedikçe onlardan kişiyi sorumlu tutmamaktadır.
2- İkincisi; delili olan ve Allah’ın vahiy yoluyla sadece razı olduğu Resûllerine bildirdiği gayblardır ki, işte yukarıdaki âyet bunu anlatır. O muttaki mü’minler, Allah’ın vahiy yoluyla peygamberine bildirdiği gayba inanırlar, o gaybî bilgilere iman edip teslim olurlar.
Ayetin ifadesindeki “lâm” ahd içindir. Yâni muttakilerin inandıkları gayb, delili bulunan bu gayblardır. Allah, peygamberler, âhiret ve ahvali, melekler, nübüvvet, peygamberler, kitaplar, bunlar delili olan gayblardır. Yâni Allah’ın, peygamberine vahiy yoluyla bildirdiği gaybî bilgilerdir.
Meselâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz, önceden Yakup oğullarının Mısır’a gidiş hadîsesini, Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılışını, Yusuf’un Mısır’da satılışını, sonra zindana atılışını, sonra Allah’ın izniyle devletin başına geçip babası ve kardeşlerinin yâni İsrâil oğullarının Mısır’a yerleşmesini bilmiyordu. Allah kitabında uzunca bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:
“Ey Peygamberim! Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları vakit sen yanlarında değildin.” (Yusuf: 102)
İşte Peygamberimizin bildiği gaybî haberler de bu vahyedilen haberlerdir. Yâni Allah’ın şu kitabında haber verdiği gaybî bilgilerdir. Çünkü Allah’ın Rasûlü, kendisine bu kitap gelmeden önce bunların hiçbirisini bilmiyordu. Allah bu kitabı sayesinde ona bildirdi.
Allah’ın Rasûlü daha önce namaz nedir, abdest nedir, cennet nedir, cehennem nedir, kıyamet nedir, hesap kitap, haşır neşir nedir bilmiyordu. Allah tüm bunları kitabında bildirdi. Rasûl-i Ekrem de daha önce kendisi için gayb olan bu bilgileri biliverdi. İşte Allah’ın Resûlüne bildirdiği ve Rasulullah’ın da bildiği gayb birimleri bunlardır. Nitekim Cin sûresinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“De ki; Rabbinizin sizi tehdit ettiği azap yakın mı, yoksa Rabbim ona uzak bir zaman mı tayin etti, bunu ben bilmiyorum. Çünkü gaybı bilen ancak O’dur. Fakat O Rabbim, hiç kimseyi gaybına müzahir kılmaz. (Hiç kimseye onu ezdirip bozdurmaz) Ancak seçtiği peygamberler müstesnadır. Çünkü onun önünden ve arkasından gözcüler koyar.” (Cin: 25,26,27)
Bakın, bu âyet-i kerîmede son derece açık bir şekilde Rabbimiz, gaybını ancak seçtiği peygamberlerine ulaştırdığını anlatıyor. Peygamberlerini gaybına muttali kıldığını haber veriyor. Ama dikkat ederseniz peygamberlerine bildirdiği bu gaybî bilgilerin de melek vasıtasıyla kendilerine ulaştırılan vahiy olduğunu haber veriyor.
Diyor ki âyet-i kerîme; Unutmayın ki, bu gaybını peygamberlerine bildirirken, yâni bu gaybî bilgileri melek vasıtasıyla peygamberlerine gönderirken, o meleğin etrafını da böyle çepeçevre gözetleyicilerle kuşatır, buyuruyor. Yâni cinlerin, şeytanların, hainlerin, zâlimlerin yolda o meleğin önünü kesip, elindeki Allah vahyini alıp, hafızasından onu söküp, onun yerine başka sözleri ona empoze ederek zorla “Al şunu vahiy diye peygambere götür!” demeleri asla mümkün değildir. Bunu hiç kimse yapamaz.
“Biz peygamberlere vahiyle gönderdiğimiz meleğin önünü ve arkasını böyle gözetleyicilerle kuşatırız” diyor Rabbimiz. Peki bunu niye anlatıyor Rabbimiz? Neden bunu bize kitabında haber verme gereği duymuş? Bakın bundan sonraki âyetinde de onu şöyle açıklıyor:
“Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği, bunun dışındadır. Rablerinin bildirilerini tebliğ etmelerini ortaya koymak için her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar; onların yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.” (Cin: 26,27,28)
“Peygamberlerin, Rablerinden aldıkları risaletleri tamamıyla insanlara tebliğ ettiklerini bilinsinler diye bunu anlatıyoruz.” diyor Rabbimiz. Yâni ne anladık bundan? Bundan şunu anladık:
Birincisi; Peygamber bu konuda herhangi bir şüpheye düşmesin diye, yâni acaba bu âyetler gerçekten Allah’tan mı geliyor? Yoksa başkalarından mı geliyor? Bu konuda en ufak bir şüpheleri, bir tereddütleri kalmasın ve insanlara duyurduklarının kesinlikle Allah’tan geldiğini bilsinler diye bunu böyle yaptık.
İkincisi; bir de peygamberlere ve onların tebliğ ettikleri âyetlere iman eden mü’minler de, acaba bunlar gerçekten Allah’tan mı? Yoksa başkalarından mı? Bu konuda en küçük bir şüpheleri kalmasın diye biz bunu böyle yaptık diyor Rabbimiz. Âyetin son kısmı bunu daha net anlatıyor. Gerek peygambere gelenleri, gerekse ona vahiy getiren meleğin yanındaki bilgilerin tümünü biz ihata etmişiz, tamamını saymışız diyor Rabbimiz. Yâni mümkün değil ki peygamber, ya da ona vahiy getiren melek onların bir kısmını gizlesin. Mümkün değil ki, o vahyin bir bölümünü size haber versin de işine gelmeyenleri sizden saklasın. Biz onun tamamını âyet âyet, kelime kelime, harf harf saymışız, bilmişiz diyor.
Öyleyse, bu âyetten anlıyoruz ki; Peygamberlere bildirilen gayb Cebrâil vasıtasıyla bildirilen gaybî bilgilerdir. Demek ki, peygamberimize bildirilen gaybî bilgiler, Kur’an’da Rabbimizin ona bildirdiği bilgilerdir. Peki o zaman Peygamber Efendimiz gaybı bilir mi? Hayır, peygamberler de gaybı bilemezler. Peki, Allah bildirirmiş ama, bakın burada bildirir diyor. Evet, peygamberler Allah’ın kendilerine bu kitapta bildirdiklerini bilir, diyeceğiz.
“Onlar gayba inanırlar.”
Bilmekle iman, ayrı ayrı şeylerdir. Ve gayb, bilginin değil imanın konusudur. İman; kalbin, lisanın ve fiilin tasdikidir. Yâni bir hükmün icabını fiilen icra etmekle olur bu tasdik. Eğer bilmekle iman aynı şey olsaydı, o zaman tüm ehl-i kitap mü’min olurdu.
“Kendilerine kitap verilenler, hakkı avuçlarının içini bildikleri gibi bilirler.” (Bakara: 146)
Eğer sadece dil ile ikrar iman olsaydı, o zaman tüm münâfıklar da mü’min sayılırdı. Çünkü onlar da dilleriyle inandıklarını söyleyerek kalplerinde olmayanı ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
Buradaki iman icmalî bir imandır, daha sonra gelecek âyette bir daha imandan söz edilecek; bu da tafsilî imandır. Yâni, Rabbimiz burada; mü’minler kitapta kendilerine bildirilen tüm gaybî bilgilere toptan inanırlar. Daha sonra gelecek ve tekrar mü’minlerin kitaba imanlarından söz eden âyet de toptan inandıkları bu kitabın âyetlerini birim birim, tek tek tanıyarak tafsîlen iman ederler buyuracaktır.
Evet, mü’min gayba inanan kişidir. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, vahye, resûllerine, ölüm ötesine, ölüm öncesine, arşa, kürsîye ve Allah’tan vahiyle gelen tüm haberlere iman, gayba iman demektir. Bu iman, mü’minin kalbine hem büyük bir sükûnet ve huzur verirken, hem de sorumluluk şuuru yerleştirmektedir. Mü’min öleceğine, sonra tekrar dirileceğine, hesaba çekileceğine inanan kişidir. Bu hesabın sonunda ya cennet, ya da cehennemle karşı karşıya geleceğine inanan ve bu dünyadaki hayat programını, bu imana bina eden kişidir. Yâni gayba inanmanın ya da inanmamanın neticesi kişinin hayat programına etkili olacaktır.
Gayba inanan kişinin hayat programı farklı, inanmayan kişininki farklı olacaktır. İşte, gayba imanın mânâsı burada ortaya çıkacaktır. Aslında, bu imanı bütün dünyaya, bütün dünya problemlerine, bütün dünya programlarına uyarlamak mümkündür. Bu iman, tüm dünya problemlerini değiştirecektir.
Hangi tür problem olursa olsun, ekonomik, siyasal, ahlâkî, hukukî tüm problemleri, savaşlar barışlar, erkek hakları, kadın hakları, kazanma harcama anlayışları, alma verme, yeme içme, giyim kuşam gibi tüm dünya programlarını değiştirecektir.
Bütün bu konularda gayba inanan kişinin durumuyla, gayba inanmayan, bilgilenmesini Allah’ın kitabına dayandırmayan, sadece duyularına ve aklına güvenerek; “bu bana yeter, ötesine benim ihtiyacım yoktur!” diyen insanın durumu çok farklı olacaktır. Birbirine taban tabana çelişen iki hayat tarzı, iki yaşam biçimi çıkacaktır karşımıza.
Evet o mü’minler gayba inanırlar, hayat programlarını bu imana bina ederler. Sonra o muttakiler:
“Namazı ikâme ederler.”
Kur’an’dan istifade edebilmenin üçüncü şartı da kişinin ondan öğrendiklerini hemen pratiğe aktarmaya hazır olmasıdır. Namaz, Kur’an’ın emrettiği ilk ve en önemli görevlerden biri olduğu için imandaki samimiyetin ölçüsü ve pratik bir delilidir. Ama bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’de hiçbir yerde:
“Elleziyne yusallune’s Salâte”
Onlar namazı sallâ yaparlar, yâni namazlarını kılarlar ifadesi kullanılmamıştır. Namazla alâkalı olarak sürekli ikâme kelimesi kullanılmıştır. İkâme lügatte ayağa kaldırıp dikmek demektir. Onun içindir ki:“Namaz dinin direğidir.” buyurur Allah’ın Rasûlü. Öyleyse namazla dinimizin direğini dikmemiz emrediliyor bu âyet-i kerîmede. Yâni öyle bir namaz kılacağız ki; kıldığımız bu namaz hayatımıza hâkim olan bir namaz olacak. Değilse başka âyetlerden öğreniyoruz ki; hayata etkili olmayan, hayatı düzenleme konusunda varlığından söz edilemeyen bir namaz, Allah’ın istediği bir namaz değildir.
Meselâ; fakiri doyurmaya teşvik etmediği halde, yetimi itip, kakıp, azarladığı halde, randevusuna riâyet etmeyip sözünü yerine getirmediği halde, emanete hıyanet edip, namus ve iffetine sahip çıkmadığı halde, başkalarının namus ve iffetine uzandığı halde, haram yiyip içtiği halde, hâsılı hayatını âhiret inancına bina etmediği halde sadece din kurtarmak için kılınan bir namaz, namaz değildir. Yâni namaz dışındaki tüm hayatımızı da kapsayacak bir namaz isteniyor bizden.
Bir de namaz, ancak cemaatle ayağa kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetilmiştir. Yâni namazın sosyal hayatı düzenleme fonksiyonu vardır. Toplumda namaz ayağa kaldırıldığı zaman dinî hayat ayağa kaldırılmış demektir. Meselâ bir ülkede oturan insanların her biri, tek tek namazlarını kılsalar bile namaz ikâme edilmiş sayılmaz. Namaz, toplum olarak ikâme edilmesi gereken bir ibâdettir.
1- Ta’dil-i erkânına göre huşû ve huzû ile doğru dürüst namaz kılarlar onlar.
2- Namaz için mesai sarf ederler. Namaz ortamı hazırlarlar. Namazın önündeki engelleri kaldırmak, mü’minlerle namaz arasına dikilmiş tüm barikatları yok etmek için ciddi savaş verirler.
3- Namazla ilgili emr-i bil’marûf ve nehy-i ani’l münker yaparlar. Çevrelerine, çocuklarına namaz eğitimi verirler. Namaz kılmayan kimseleri uyarıp onlara da namaz kıldırabilmenin mücâdelesini verir-ler. Bunu kendilerine en büyük dert edinirler.
4- Namazı ayağa kaldırırlar, namaz ortamı hazırlarlar. Namazı hayat programının odak noktası haline getirirler. Hayat programının içine sıkıştırılmış bir namaz değil, ya da namaza yer bırakmayacak bir hayat programı değil, namaza göre ayarlanmış bir hayat programını gerçekleştirmenin uğraşısı içine girerler.
5- Namazla Allah’tan mesaj alarak namaz sonrası hayatı bu mesajla düzenlemeye çalışırlar. Namazı ne dediğini, ne okuduğunu anlayamayacak biçimde kuru bir hareketler manzumesi değil, Allah’-tan vahiy alma ameliyesi haline getirirler.
6- Namazlarını; namaz öncesi hayatlarının Allah’a tekmilini verme makamı bilirler. Namaz öncesi yapıp ettiklerinin raporunu sunmak ve namaz sonrası yapacaklarının taahhüdünde bulunmak üzere Rablerinin huzuruna çıkma makamı bilirler.
“Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar onlar.”
Muttaki olmanın ve bunun tabii sonucu olarak Kur’an’dan istifade edebilmenin dördüncü şartı da kişinin Kur’an’da Allah’ın istediği biçimde malını başkalarıyla paylaşmaya hazır olmasıdır. Allah’ın kendisine tahsis buyurduğundan onlar infak ederler, harcamada bulunurlar. Allah onlara ne tahsis buyurmuşsa ondan infak ederler. Bu âyette Rabbimiz mallarından, kazandıklarından, sahip olduklarından infak ederler demiyor da, bizim kendilerine verdiklerimizden diyor.
Demek ki bu mallar, mülkler, servetler, imkânlar, fırsatlar bizim değildir. Biz kazanmadık bunları, Allah verdi bize. Allah’ındır bunlar. Mal sahibi Allah’tır. Her şeyin sahibi O’dur. Malın, mülkün, rızkın, hayatın sahibi O’dur. Bir başka yerde:
“Size ne oluyor ki Allah yolunda malları harcamıyorsunuz! Göklerin ve yerin mîrası zaten Allah’ın değil midir? Sonunda hepsi O’na kalmayacak mıdır?”(Hadîd: 10)
Ne zannediyorsunuz yâni? Sonunda semavat ve arzın mîrası Allah’a kalmayacak mı? Şu cebinizdekiler, şu kasalarınızdakiler, şu koynunuzdakiler, hepsi Allah’a kalmayacak mı? Bilesiniz ki hepiniz gideceksiniz ve her şeyiniz Allah’a kalacaktır. Ne kadar akıl erdirici bir ifade değil mi? Yâni sizler tuttunuz, öptünüz, sarıldınız, vermediniz. Peki sonunda kime kalacak da bunlar? Allah’a kalacaksa sonunda niye vermiyorsunuz? Niye bunu anlamaya yanaşmıyorsunuz? diyor Rabbimiz. Biraz ilerideki âyette de şöyle buyurulur:
“Allah’a ve peygamberine iman edin! Ve sizi halef kıldığı mallardan Allah yolunda harcayın !(Hadîd:7)
Allah’ın bizi halef kılması; birinin arkasından bir başkasının gelip sahip olması demektir. Bugün birinin cebindeki para, dün bir başkasının cebindeydi. Bugün birinin tohum attığın tarlaya, dün bir başkası tohum atıyordu. Bugün birinin bindiği araba, dün bir başkasına aitti, yarın da bir başkasına ait olacaktır. Bugün size yağmur gönderen bulut dün başkalarına hizmet ediyordu. Bugün size süt veren inek dün başkalarına hizmet ediyordu.
Veya bir vakitler bu mülk Âd’ındı, sonra Semûd’un oldu, sonra Medyen’in, sonra Tubba’nın, sonra Emevi’nin, sonra Selçuklu’nun oldu, sonra Osmanlı’nın oldu, sonra dedenin babasının, sonra ananın kocasının oldu, sonra da sana intikal etti. Unutmayasın ki; sende de kalmayacak, yarın bir başkasının mülküne intikal edecek. Öyleyse infak et! Çünkü sende de kalmayacak diyor Rabbimiz.
İstesek de istemesek de, versek de vermesek de bilelim ki; bir gün ya o mallar bizi terk edecek, ya da biz onları terk etmek zorunda kalacağız. Ya bir iflasla, bir felâketle o mallar bizi terk edecek, ya da bir ölümle biz onları bırakıp gideceğiz. Bu iki seçenekten başka bir imkânımız yoktur.
Zaten bu inançta olmayan insanlar, Allah’ı mülkün sahibi bilmeyen, kendilerini mülke sahip zanneden insanlar zırnık bile veremezler. Böyle inananların, böyle düşünenlerin vermeye, verebilmeye asla güçleri yetmez. İsteseler de veremezler böyleleri. Ama mülkün sahibi Allah’tır, bu elimdekiler, bu cebimdekiler benim değildir, bunlar Allah’ındır, ben zaten Allah’ın olanı Allah yolunda, Allah’ın kullarına veriyorum! diyebilen kişi infak edebilecektir. Mülkün Allah’a ait olduğuna iman eden kişi verebilecektir.
Bakın Yâsîn sûresinde anlatılır:
“Onlara Allah’ın size verdiği rızıklardan infak edin dendiği zaman kâfirler mü’minlere derler ki, dilediği zaman Allah’ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuracağız? Siz ancak açık bir şaşkınlık içindesiniz! (Yâsîn: 47)
Allah bizden infak istiyor, olacak şey midir bu? Yâni Allah’ın doyurmaya güç yetirdiği halde doyurmadıklarını biz mi doyuracağız? dediler. Yâni Allah bu fakir kullarını doyurmaktan âciz de bizden onları doyurmamızı istiyor öyle mi? Yâni Allah fakir, biz zenginiz öyle mi? dediler. Kâfir mantığıdır bu. Aynen bunun gibi: Yâni Allah’ın öldürdüğü yenmiyor da bizim öldürdüğümüz, bizim kestiklerimiz mi yenecek? demişlerdi başka bir yerde. Hani vadesiyle, kendiliğinden ölen hayvanlar yenmiyor da, bizim kestiklerimiz yeniyor ya. Kâfirler öyle diyorlardı. Bu ne biçim iştir? Allah’ın öldürdüğü yenmiyor, bizim öldürdüklerimiz yeniyor. Kâfir mantığı, burada da öyle. Sanki kendi öldürdüklerini kendileri öldürdü de, Allah’ın öldürdükleri ayrıdır. Halbuki onların öldürdükleri, kestikleri de Allah’ın öldürdüğüdür, Allah’ın öldürdüğü de Allah’ın öldürdüğüdür. Veya sanki rızık kendilerinin! Sanki mal kendilerinin! Sanki Allah’ınkilerle kendilerininki farklı. Sanki kendi ellerindekiler kendilerinin de Allah’ın ayrıca malı mülkü var. Sanki kendi ellerindekiler, ceplerindekiler Allah’ın değil. Halbuki onların ellerindekiler de Allah’ın, Allah’ınkiler de Allah’ındır. Tüm mallar-mülkler Allah’ındır. İşte bunu anlayamayanlar, kendilerini mülkün sahibi bilenler zırnık bile veremezler.
Allah korusun da bugün müslümanlar maalesef sanki bu âyetlerden habersiz bir hayat programı yaşamaktadırlar. Rabbimiz bütün bu âyetleriyle bize infak yasasına bağlı bir hayat programı tarif ederken, ekonomik hayatımızı infaka dayalı olarak ayarlamamızı ısrarla öğütlerken maalesef müslümanlar tüm bu âyetleri diskalifiye edercesine kâra dayalı, kazanma esasına dayalı, daha fazla büyüme, daha fazla şişme esasına dayalı bir hayat programı gerçekleştirmenin hesabı içine düşmektedirler.
Gerçekten hangi vahiy biriminin, hangi âyet grubunun, hangi peygamber modelinin müslümanlara bu hayat felsefesini empoze ettiğini anlamak mümkün değildir. Bakıyoruz bugün, hemen hemen müslümanların hepsi, hacısı; hocası da dahil olmak üzere geceli gündüzlü daha fazla kazanmak, daha fazla büyümek, daha büyük ekonomik güce erişmenin hesabı içinde çırpınmaktadırlar.
İşin garibi ve anlaşılmaz yönü de müslümanlar bunu din adına yaptıklarını söyleyebilmektedirler. Efendim müslüman zengin olmalıdır. Bugün bizlerin zengin olma hedefimiz, büyüme isteğimiz, daha fazla ekonomik güce ulaşma programımız daha iyi, daha faziletli müslüman olmak içindir. Daha müslümanca bir hayata ulaşmak içindir. Zenginleşirsek daha iyi müslüman olacağımıza inancımızdan ötürü bunu yapıyoruz diyerek Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol göstermeye çalışıyorlar. Ya Rabbi biz bunu münâsip gördük, iyi bir müslü-manlık için, herhalde sen de bundan başka bir şey demezsin! demeye çalışıyorlar.
Halbuki; Allah indirdiği âyetlerin hiçbirinde, kitabının hiçbir yerinde: Ey müslümanlar! Aman ha! Ne yapın yapın, daha fazla zengin olmaya çalışın! Bütün gücünüzü, bütün kafanızı, bütün kalbinizi, bütün imkânlarınızı, bütün mesainizi, bütün zamanlarınızı mal mülk toplamaya harcayın! Fark etmez, ben zaten lüks olsun diye indirdim kitabımı, onu tanımasanız da olur! Laf olsun diye gönderdim Peygamberi, onunla diyalog kurmasanız da olur. Siz bırakın şimdi bunları da aman para kazanmaya bakın! Zira zenginler benim katımda daha üstündür! diye bir âyet indirmedi Allah. Ben, bugüne kadar Kur’an’ın hiçbir yerinde böyle bir âyet görmedim. Yok ki böyle bir emir. O zaman Müslümanların kendilerine böyle bir yolu, böyle bir hayat programını, böyle bir hedefi nasıl çizdiklerini anlamak mümkün değildir.
İşin bir başka garip yönü de bugün müslümanlar, “Allah için kazanıyoruz” dedikleri halde kazandıklarını Allah için değil de, hep kendileri için harcıyorlar. Atlarını, arabalarını daha lüks hale getirmek için, ev eşyalarını değiştirmek için, kılık kıyafetlerini değiştirmek için, yeme içmelerini farklılaştırmak için, sofralarını zenginleştirmek için harcıyorlar.
Ey müslümanlar! Şunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın ki, Allah’ın kitabını tanımaya, Allah’ın âyetleriyle bilgilenmeye, Peygamberinin sünnetiyle diyalog kurmaya zamanınız kalmayacak bir biçimde, güya Allah’ın rızasını kazanmaya matuf olarak kazandığınız mallar, topladığınız mülkler, bilelim ki; bizi Allah yolundan uzaklaştırmadan başka bir şeye yaramıyor. O halde tez elden aklımızı başımıza almak zorundayız. Kimilerimizin şu ana kadar kazandıkları çoluk çocuğumuza, yedi sülâlemize yetecek kadar çoktur. Rızık peşinde değil köşe dönme peşindeyiz. Başımızı döndüren bu uğraş içinde Allah’ın kitabını tanımaya, Resûlünün sünnetiyle beraber olmaya zamanımız da kalmıyor.
Gelin öyleyse buna bir sınır getirip, biraz da Allah’ın âyetleri ne diyor? Bakara neden söz ediyor? Allah’ın kitabı bizden nasıl bir hayat istiyor? Nasıl bir amel istiyor? Nasıl bir iman istiyor? Peygamber ne diyor? Bize nasıl bir hayat programı gösteriyor? Biraz da bunları öğrenecek zamanımız olsun. Bu âyetlere de iman imkânımız olsun. Neredeyse ekonomik insan olup çıktık Allah korusun. Paradan başka, ekonomiden başka, ekonomik büyümeden başka hiçbir şey düşünmeyen ekonomik insan olup çıktık. Hakkımız yok buna. Bunun için gelmedik bu dünyaya. Allah bizi bunun için yaratmadı.
Evet, infaka dayalı bir hayat mü’minin hedefi olacak. Efendim ben Kur’an’ı bilmiyorum; binaenaleyh gayba inanamam! Ben hoca değilim, namaz kılamam! diyemeyeceğimiz gibi, benim fazla malım yok, ben infak edemem de diyemeyiz.
Zira infakta belli bir ölçü yoktur. Şu kadar olacaktı, bu kadar olmayacaktı diye bir ölçü yoktur infakta. Hattâ bakın Rasulullah Efendimizin bir hadislerinden öğreniyoruz ki:
“İnfak edecek hiçbir şeyi olmayıp da malını Allah yolunda infak eden kişiye imrenip: “Benim de olsaydı; ben de onun yaptığını yapardım!” diyen kişi sevapta diğerine müsavidir.”
Bir müslümanın malı var ve onu kendisine veren Allah hatırına ihtiyaç içinde kıvranan kardeşlerine infak ediyor. Bir başka müslüman da elinde, avucunda verebilecek bir şeyi olmadığı için üzülüyor ve şöyle diyor: “Eğer Rabbim, o kardeşime verdiği gibi bana da vermiş olsaydı, elbette ben de aynen o kardeşimin yaptığı gibi bol bol infak ederdim.” İşte bu iki kişi sevapta birbirine eşittir, diyor Allah’ın Rasûlü.
Kimi müfessirler âyetin tefsiriyle alâkalı olarak diyorlar ki:
“Verdiğimiz ilimden onlar da başkalarına öğretirler, infak ederler.” Şeklinde anlamaya çalışmışlardır. Öyleyse infak etmek için sadece mal mülk sahibi olmak gerekmeyecektir. Birine bir âyet anlatmanız infaktır. Yâni şu anda ben infak ediyorum demektir. Birinin hayvanına yükünü kaldırmasına yardım etmeniz, birine yol gösterivermeniz, emr-i bil’maruf yapmanız, gördüğünüz bir kötülüğü men etmeniz bu anlamda infaktır. Hasta ziyaretine gitmeniz infaktır. Bir müslüman kardeşinizin yüzüne gülüvermeniz infaktır.
“Verdiğimiz rızıklardan infak ederler” diyor Allah. Öyleyse rızık olarak ne vermişse Allah onu infak edeceğiz. İlim mi verdi Allah, rızık olarak? Akıl mı verdi? Sıhhat mı verdi? Basîret, zekâ mı verdi? El mi verdi? Dil mi verdi? Boş zaman mı verdi? Bunları infak edeceğiz. Meselâ hayat da bir rızıktır. Onu dünyaya verdiğimiz kadar, para kazanmaya verdiğimiz kadar biraz da Bakara’ya vermek ve infakta bulunmak zorunda değil miyiz? Aklı hep mühendisliğe vereceğimize biraz da Âl-i İmrân’a vermeli değil miyiz? Boş zamanlarımızı hep para kazanmanın peşinde kullanacağımıza biraz da vahyi tanımaya ayırmalı değil miyiz? İnfak budur işte. Sahip olduğumuz her şeyi, her türlü imkânı Allah yolunda seferber etmektir infak. Tüm hayatı Allah için yaşamaktır.
Ama, genel mânâsıyla bizzat malın verilmesidir infak. Biz de inşallah bugünden sonra Allah’ın bize verdiklerinden mutlaka infak edelim. Güç olarak, ilim olarak, imkân olarak, zaman olarak infak e-delim. Bugünden önce yapıyor idiyseniz zaten yaptınız. Çünkü saha-be namaz kılıyordu da Allah, bir daha namaz kılın! dedi. Veya iman e-diyorlardı da Allah, bir daha iman edin! dedi. Bu emirler karşısında sahabe şöyle demedi: Kılıyoruz ya Rabbi, hayrola! Biz zaten iman ediyorken bu iman emri de nereden çıktı? filan demediler. Bugünden öncenizi bilmem gerekmez, ama bugünden sonra Allah’ın size verdiklerinden mutlaka infak edin!
İnfakta ölçü, ileride Bakara sûresinin bir başka âyetinde gelecek:
“Derler ki neyi harcayalım? Neyi infak edelim? De ki ihtiyaçtan fazlasını.”(Bakara 219)
Şunu çok iyi bilmek zorundayız ki; malı imtihan olarak bize veren Allah, onun iktisap ve sarf yollarını da bize göstermiştir. Nereden kazanacağız ve nerelerde harcayacağız? Bunu da göstermiştir Allah. Bunu bizim keyfimize bırakmamıştır yâni. Öyleyse kendi kendimize ihtiyaç kapıları açmamalıyız. İhtiyacın tespitinde Rasulullah ve sahabenin yaşantısını dikkate almak zorundayız. Bu konuda Rasulullah çok hoş bir örnek verir:
“Yarım hurmayla da olsa kendini cehennemden korumaya çalış.”
Yarım hurma, ne kadar da az değil mi? Ama ne kadar da çok ki, cehennemden kurtarıyor. Ne kadar az, ama ne kadar çok. Meselâ on ton hurması var adamın, bir tonunu veremiyor, ne kadar fukara. Ama berikinin bir tek hurması var ve yarısını bölüp birine verebiliyor, ne kadar zengin değil mi? Yâni demek istiyorum ki, çoğalsın da öyle verelim, zenginleşelim de ondan sonra verelim diye beklemeyelim sakın, çünkü çoğaldıkça zorlanıyoruz. On ton da bir tonu vereni pek göremiyoruz ama, iki tane olup da birini vereni çok görüyoruz yâni. Yüz milyarda on milyarı vereni pek göremiyoruz, ama yüz milyonda bir milyonu vereni çok görüyoruz.
Bir de her zaman söylediğimiz gibi İslâm’da determinizm anlayışı yoktur. Yâni bin lira infak eden bin liralık sevap kazanır, bir milyar lira veren de bir milyarlık sevap kazanır diye bir şey yoktur İslâm’da. Meselâ düşünün ki bir adamın bir çuval hurması var, bir başka adamın da bir tek hurması var. Bir çuval hurması olan adam yüz hurmayı çıkarıp fakirlere veriyor, bir tek hurması olan da bölüp onun yarısını bir kardeşine infak ediyor. Şimdi hangisi üstündür bunların? Yarım hurma veren değil mi? Neden? Çünkü birinin bir çuval hurması vardı, bunlardan yüz tanesini infak etti, geri kalan hurmaları kendisine kaldı, ama berikisinin bir tek hurması vardı, bölüp onun yarısını infak etti. Ona ihtiyacı varken, kendisine ancak yetebilecekken yarısını veren bu ikinci kişi ötekisinden daha üstündür.
Evet, unutmayalım ki infakta azlık çokluk değil, oran önemlidir. Bir milyon lirası olup da onun beş yüz binini infak eden bir müslümanın ulaştığı sevaba ulaşabilmesi için, bir trilyonu olan mü’minin beş yüz milyarı infak etmesi gerekmektedir. Bakın buna delilim şu hadistir:
Hz Ali efendimizin rivayet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu şöyle anlatır:
“Resulullaha üç grup geldi. Onlardan biri: “Benim yüz dinarım vardı, onunu tasadduk ettim” dedi. Öbürü: “Benim on dinarım vardı, birini tasadduk ettim” dedi. Diğeri de: “Benim benim tek bir dinarım vardı, onun on da birini tasadduk ettim.” dedi. Bunun üzerine peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü her bireriniz malının onda birini sadaka olarak vermiştir.”
Öyleyse evinize götürdüklerinizden başkalarının evlerine de gitmesini sağlayın! Giydiğinizden başkalarının da giymesini, yediğinizden başkalarının da yemesini sağlayın! Paylaşmadan yana olun. Başka kardeşlerinizi de düşünmeden yana olun! Yâni yaşama standardınıza birilerinin de çıkmasını sağlayın! Kardeşlerinizin yaşam standartlarını kendinizinkine doğru yükseltmeden yana olurken, kendinizinkini de onlarınkine doğru alçaltmadan yana olun, eğer muttaki olmak istiyorsanız.
Takvalılara, kitapla yol bulacak olanlara, yollarını kitapla bulmak isteyenlere bakın Allah şöyle bir yol gösteriyor. Veya bir başka ifadeyle muttakilerin bir başka özelliklerini de şöyle anlatıyor Rabbimiz:
4:”Onlar sana indirilen kitaba da senden önce indirilenlere de inanırlar.” Ayeti kerimesinde dersimizi bırakırken. Bazı kısa eleştirilebilecek notları vermek isteriz.
11.dakikada Gayb konusunda Meleklerin Köpek bulunan eve girmediğine dair hadisi şerif her ne kadar sahih olarak ele alınmış olsa ise de ihtilaflı bir konudur. Şafi mezhebine göre farklı hükümler verilmiştir. Köpekle ilgili olarak özellikle günümüzü daha yakından ilgilendiren bir diğer fıkhî tartışma köpeğin evde beslenmesinin câiz olup olmadığı hususundadır. Hz. Peygamber döneminde bazı sahâbîlerin evlerinde kanarya, serçe, güvercin gibi hayvanlar beslediği ve bunun Resûl-i Ekrem tarafından teşvik edildiği bilinmektedir (Buhârî, “Edeb”, 81, 112; Müslim, “Âdâb”, 30; Heysemî, IV, 67). Bu rivayetlerden hayvan hakları ihlâl edilmediği, çevre için rahatsızlık ve kirlilik teşkil etmediği sürece evde hayvan beslemenin kural olarak câiz sayıldığı anlaşılmaktadır. Ancak evde köpek beslenmesinin fıkhî hükmü genel kurala göre kısmen farklı bir durum arzeder.