bakara suresi4 7

Bakara Suresi 4 – 7 Tefsiri

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bir önceki dersimizde Bakara Suresinin 3.ayeti kermesinin tefsirini tamamlamış ve 4.ayeti kerimesinde bırakmıştık. İlgili ayetlerimizin devamından Besairu’l Kur’an Tefsirimizin derslerine devam ediyoruz. Dilerseniz Bakara suresi 4.ayeti kerimenin tefsirinden dersimize devam edelim.

4:”Onlar sana indirilen kitaba da senden önce indirilenlere de inanırlar.”

Evet, o muttaki mü’minler Allah’ın Peygambere indirdiklerine inanırlar. Bir de önceki­lere indirilenlere inanırlar. Allah Peygamberi­mize ne indirmiş? Kur’an’ı indirmiş. Ondan öncekilere ne indirilmiş? Biraz sonra söyleyeceğim inşallah öteki kitaplar indirilmiş.

Dikkat ederseniz burada Kur’an’a imanla öteki kitaplara iman ayrı ayrı zikredilmiştir. Öyleyse Kur’an’a imanla öteki kitaplara iman ayrı ayrı olacaktır. Yâni bizim Kur’an’a imanımızla öteki kitaplara ima­nımız ayrı olacaktır.

Kişinin Kur’an’a imanı aynı zamanda onunla amel ederek onu pratikte uygulamaya imandır. Ben Kur’an’a inandım diyen kişi, onunla amel etmem, onu pratik hayatımda uygulamam gerekti­ğine inandım demektedir. Fakat öteki kitaplara iman böyle değildir.

Ön­ceki kitaplara imanımız onlarla amel etmek üzere, onları pratikte uygulamak üzere değildir. Önceki kitaplara iman sadece Rabbimizin Hz. Adem’den bu yana insanlığı kesinlikle vahiysiz bırakmamış oldu­ğuna imandır.

Bu imanla biz şunu ortaya koyuyoruz ki; ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem Aleyhisselâm ile son peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselâm arasındaki tüm peygamberlere Allah vahiy göndermiştir. Allah, yeryüzü insanlığını vahiysiz bırakmamıştır.

Tarihin her devrinde o günkü insanların ihtiyacı kadar bilgiyi Allah mutlaka peygamberleri vasıtasıyla toplumlarına ulaştırmıştır. İşte önceki kitaplara iman de­mek, buna iman demektir. Yâni kitaplara iman demek vahye iman demektir. Bir başka deyişle Allah’ın insan hayatına karıştı­ğına iman demektir.

Biz inanıyoruz ki, Rabbimiz bütün peygam­berlere vahiy in­dirmiş, peygamberlerini ve toplumlarını kendi bilgi­siyle bilgilendirmiş, kitaplar göndermiştir. Kullarını vahiysiz, programsız, yolsuz, yordam­sız bırakmamıştır.

Burada indirilenlerin ayrı ayrı zikredildiğine bakılırsa, Kur’an’a ve diğer kitaplara ayrı ayrı iki iman modeli çıkacaktır karşı­mıza. Yâni müslümanın Kur’an’a imanı ile diğer kitaplara imanı farklı olacaktır.

Meselâ şöyle bir iman caizdir: Allah Hz. Mûsâ’ya Tevrat diye bir kitap göndermiştir, ben bu kitaba inanıyorum, gönderildiği şekliyle içindekiler haktır, ama bilmiyorum, orijinali bana kadar ulaşmamıştır demek doğru bir iman modelidir.

Veya Allah Hz. İsa’ya İncil diye bir kitap göndermiştir, gönderildiği şekliyle içindekiler haktır ama bilmiyorum, haberim yoktur, çünkü bozulmamış şekliyle bana kadar ulaşmamıştır de­mek de doğru bir iman modelidir. Bir Mü’minin imanıdır bu, Allah’ın kabul ettiği bir imandır, doğru bir imandır.

Ama şöyle bir iman doğru bir iman değildir: Allah Muhammed’e Aleyhisselâm Kur’an diye bir kitap göndermiştir, içinde­kiler haktır, ama bilmiyorum, haberim yoktur; çünkü bozulmamış şekliyle bana kadar ulaşmamıştır dedi mi bir insan, bu sefer yanlıştır bu iman. Böyle bir iman Allah’ın kabul etmeyeceği bir imandır. Bakın şimdi müslümanların imanlarına, birinci tür bir iman mı? Yoksa ikinci tür bir iman mı?

Allah ko­rusun da Kur’an’a iman ederlerken Tevrat’a, ya da İncil’e iman ediyor gibi mi iman ediyorlar? Öyle gibi değil mi? Kitaplarına inandıklarını söyleyen Müslümanlar sanki bilmedikleri, ta­nımadıkları, hayatlarını onunla düzenleme derdi taşımadıkları bir ki­taba iman ediyorlar. Sanki Kur’an’a değil de Tevrat yahut İncil’e inanı­yorlar ki, bu iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir.

Eğer bugün müslümanlar Tevrat’a veya İncil’e inanır gibi Kur’an’a inanıyorlarsa, Tevrat’a inananlar gibi, İncil’e inananlar gibi: “De­mişlerdi, diyorlardı, galiba öyle diyorlardı önderlerimiz” şeklinde Ha­hamlar ve Papazlar aracılığıyla kitaplarıyla diyalog kuran hıristiyan ve yahudiler gibi Kur’an’la bozuk düzen bir diyalog kurmuşlarsa bu baş­tan bâtıl olacaktır elbette.

Böyle “gıyl ü gaale” dayanan bir iman Allah’ın kabul edeceği bir iman değildir. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde Allah’ın gıyl ü gali yasak kıldığını söylüyordu.

“Şüphesiz ki Allah gıyl u gali haram kılmıştır.”

Gıyle; “denildi,” gale de “dedi” demektir. Yâni bu konuda şöyle denilmiş, böyle denilmiş, falan şöyle demiş, filan da böyle demiş şek­linde dedi ve denildilere dini havale etmek haramdır, caiz de­ğildir. Peki nasıl olacak? Allah dedi, Peygamber dedi ve ben de inandım. Allah ve Peygamber dedi, ben de öylece inandım ve amele dönüştür­düm demek gere­kir. Yâni ben bunu Allah’ın kitabında gördüm, pey­gamberin sünne­tinde buldum, onun için yapıyorum demek gerekir. Yâni hem imanımızı, hem de amellerimizi Allah’ın kitabına ve Resûlü­nün sünnetine dayandırmak zorundayız. İman ve amelde hareket noktamız birilerinden duyduklarımız değil, kitap ve sünnet olmalıdır. Din bu yahu! Başka şeye benzemez ki! Oradan buradan devşirme bir din olur mu? Bu dinin temel kaynakları kitap ve sünnettir.

İşte Kur’an’ın istediği iman budur bizden. Yâni Kur’an’a iman bu­dur. Allah ne dedi? Allah ne istedi? Bizzat Allah’la diyalog kurarak, Allah’ın kitabıyla ilgi kurarak, ama bunu da salt aklımızla anladığımız biçimde değil de Peygamberin örneklediği biçimde anlayarak tabii. Çünkü Allah öyle diyor. Kitabında bizden ne istemişse, ne tür bir emirde bulun­muşsa hep şekilde görüldüğü gibi! diyor ya Allah. Pey­gamberimin yaptığı gibi diyor ya, işte biz de Peygamberler örneğiyle Allah’ın istediği biçimde Kur’an’a inanacak ve bu imanımızı imtihan olun­duğumuzdan dolayı amele dönüştürme çabası içine gireceğiz in­şallah. İşte o zaman takvalı oluruz. İşte o zaman Kur’an’la beraber olur, Kur’an’la yol bulanlardan oluruz Allah’ın izniyle.

Evet demek ki muttaki olanlar Allah’ın Rasûlüne indirilen Kur’an’a inanırlar bir, bir de önceki peygamberlere indirilen kitap­lara ina­nırlar. Ayrıca önceki peygamberlere farklı olarak bir de sahifeler in­dirmiştir Rabbimiz. Vahyin farklı bir biçimde insanlara sunulması da böylece gerçekleştirilmiştir.

Yâni gayba inanmayıp kendilerini biyolojik bir hayvan zan­ne­den zavallıların iddia ettikleri gibi insanlık tarihi öyle karanlık değil, vahiyle başlayan bir tarihtir.

Önce Adem’e Aleyhisselâm, sonra onun çocuklarından İdris’e Aleyhisselâm ve onun oğlu Şit’e Aleyhisselâm ve İbrahim’e Aleyhisselâm sahifeler verildi. Bir de Mûsâ’ya Aleyhisselâm Tevrat verilmeden önce sahifeler verildi. Böylece bizler Peygamberlere sahifeler ve­rilerek kendilerine vahiy ulaştırıldığına da inanıyoruz. İnsanlık tari­hinin birinci çağı diyebileceğimiz sahifeler döneminin sona erme­siyle ikinci çağı diye bilinen kitaplar dönemi başlı­yor.

Hz. Mûsâ’ya Aleyhisselâm Tevrat, Dâvûd’a Aleyhisselâm Zebur, İsa’ya Aleyhisselâm İncil ve Muhammed’e Aleyhisselâm Kur’an indi­rilmiştir. Biz, bu kitapların hepsine iman ediyoruz.

Burada dikkatimi çeken bir hususu arzedeyim inşallah: Ba­kara sûresinin üçüncü âyetinde Rabbimiz:

Buyurarak mü’minlerin gayba inandıklarını, gayb haberle­rini ih­tiva eden Allah’ın kitaplarına inandıklarını söylemişti. Peki acaba bu­rada bir daha bundan söz etmesini nasıl anlayacağız? Orada kısaca söylemiştim. O birinci âyet kitap konusunda icmalî imanı anlatır, yâni toptan bir imanı anlatır, bu ikinci âyet ise tafsilî imanı anlatır.

Yâni kişi müslüman olduğu dönem ben bu kitaba inanıyo­rum dedi. Ben bu kitabın içinde ne var ne yok hepsine inanıyorum dedi ve böylece icmalî bir imanla müslüman oldu. Zaten buna inanmayan ki­şiye müslüman denmez.

Sonra da bu ikinci âyetin anlattığına göre icmalen inandığı bu kitabın içindekileri tek tek ta­nıyarak tafsîlî bir imanla buna iman ediyor. İşte bu ikisinin ayrı ayrı gelişini böyle anla­maya çalışıyoruz. Allah bizden böyle kitabın içindekileri tek tek tanıya­rak tafsîlî bir iman da istiyor yâni.

Bu konuyu Kur’an’da başka bir âyet-i kerîmede daha açık görü­yoruz: Kasas sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:

“Onlara Kur’an okunduğu zaman: “Ona iman et­tik! Çünkü o Rabbimizden gelmiş haktır. Esasen biz daha önce de müslüman idik derler.”(Kasas: 53)

Gerçi bu âyet daha önce kendi kitaplarına inanırken son kitap Kur’an gelince ona da inandıklarını söyleyen ehl-i kitabı anla­tır, ama bu mânâda bizler de ehl-i kitabız. Bizler de kitap ehliyiz. Meselâ sora­lım bir müslümânâ: “Sen kitap ehli misin? Kitaplı mısın?” diye: “Evet” der müslüman. Kitapsız filan desen kesinlikle kabul etmez bunu. Ama dönüp bu sefer de; “Peki kardeş ne var ki­tabında? Tanıyor musun kitabını? Bakara neden bahseder? Âl-i İmrân ne anlatır? Nisâ ne ister? En’âm nereye götürür?” diye sorsanız, hattâ hıristiyanınki kadar kita­bından da habersiz gariban. Bakın âyet-i kerîmede:

Yâni bu kitabı elime almadan önce, bu kitabımla tanışma­dan önce, Allah’ın gerçek arzularını duymadan, bilmeden önce de:

“Biz buna inanıyorduk”

Yâni, daha önce de onlar buna inanıyordular. Ben tekfirci grup­tan değilim. O yüzden de bu insanları kâfir kabul etmiyorum. Yâni bu insanlar gariban müslümanlar. Ve de müslümanlıklarının İslâm’la da ilgisi yok. Pek çokları öyledir. As­lında nice uyduruk, kitabî olmayan şeyler var dinlerinde. Ama ne yapsın saf ve samimi kendisine resmi ideolojinin veya dinden ha­bersiz dindarların din diye yutturdukları şeylere inanmış, kanmış adam. Ama mâzeretsiz değil, suçsuz da değil. Lâkin adamı kâfir yapma­nın da anlamı yoktur yâni.

Pekiyi ne zaman kâfir diyelim ona? Yatmayalım, uyumayalım, gerçek dini ulaştıralım ona, dinini başkalarından değil de kitap ve sünnetten, Allah ve Resûlünden öğrenmesi gerektiğini anlatalım ona. Anlatmakla da kalmayalım bunu nasıl becereceğini de, buna nasıl ulaşabileceğini de öğretelim ona. Sonra da bu adam buna rağmen: Yok arkadaş, benim böyle şeylerle ilgim alâ­kam yoktur derse, o za­man da kâfir olacaksa olsun, ne yapalım. Ben demem bunu ona. Zira benim öyle bir derdim yok. Çünkü eğer Allah, bana böyle bir nüfus sayımcılığı görevi verseydi, o za­man düşünürdüm bunu. Benim şöyle bir derdim var: Bunlar benim müşterilerimdir. Ben bunu bilirim öteki­sini bilmiyorum şimdi.

Ama şurası bir gerçek ki; Türkiye’de böyle yeni bir müslüman tip oluştu. Başı kapalı, ama baldırı açık. Meselâ namaza karı­şan; ama hukuka karışmayan bir Allah inancı. Ya da kıyafete ka­rışmayan; ama oruca karışan bir Allah inancı. Abdestte söz sahibi; ama mîrasta söz sahibi olmayan bir Allah inancı. Resmî ideolojinin insanlara sunduğu din programı böyle bir inancı empoze ediyor.

O zaman şöyle diyelim: Din dediğimiz ve inandığımız şey eğer Allah’ın diniyse, yâni Allah’ın kitabına dayanan bir dinse; o dinde söz sahibi Allah’tır. Ona sonradan birilerinin ilave yapması ya da çıkar­mada bulunması, o dini bozmayacaktır. O, gerçek dine mutabakatı kadar bu yeni dinler ya tamamen şirktir, ya küfürdür, ya da günahkâr bir dindir. Yâni bu yeni türetilen dinlerin bu gerçek dinle mukayesesini ölçtüğümüz zaman eğer kişiyi dinden çıkara­cak bozuklukları varsa tamam onu dinsiz sayıyoruz, ama kişiyi günahkâr seviyede tutabile­cek kadar bozukluklar varsa o zaman onlar gariban müslümanlardır diyoruz. Onlar da benim müşterile­rimdir diyorum. Âyete bir daha dö­nüyorum. Ne diyorlardı?

Kendilerine Kur’an okununca, Kur’an duyurulunca:

Diyorlar ki, inandık, biz buna daha önceden de inanıyorduk. Biz buna önceden de teslimdik. O Rabbimizden bir haktır, hakikattir diyor­lar.

Biz buna daha önceden de teslimdik. Önceden de biz bu­nun müslümanıydık derler.

Az evvel dediğim gibi iki mânâsı var tabii bunun.

1- Ya adam önceden Tevrat’a, İncil’e inanıyorken Muhammed’in Aleyhisselâm geleceğine, Kur’an’ın geleceğine de inanıyordu. Yâni o zaman da müslümandı bu adam. Muhammed’e müslüman de­ğil ama. Ya neye? Allah’ın Hz. Adem’den bu yana gönderdiği din olan İslâm’a inanıyordu. Öyleyse şöyle diyebiliriz: “Biz zaten Allah’ın hayata karışmasına inanıyorduk” diyorlar. Zaten kitaba imanın mânâsı da budur. Kitaba iman demek, Allah’ın insan hayatına karış­masına iman demektir. Kitaba iman, Allah’ın gönderdiği kitapla hayatı düzenlemeye iman demektir. Kitaba iman demek; kitap kaynaklı bir hayat yaşamaya iman demektir. İşte bakın diyorlar ki; biz, bize Al­lah’ın kitap gön­dermesine ve bu kitapla hayatımızı düzenlediğine ina­nıyorduk, şimdi de aynı Allah’tan gönderilen bu son kitaba da inanıyo­ruz de­mektedirler.

2- Ya da bunun mânâsını biz kendimiz açısından anla­ma­ya çalı­şır­sak, o zaman şöyle diyeceğiz: Biz zaten Allah’ın kitabına icmalen, toptan inanmıştık, inanıyorduk, ama kendi hayatımızı yaşarken hayatımızın Allah’ın âyetleriyle çatışması halinde, Al­lah’ın dedik­lerinin doğruluğunu baştan zaten kabul ediyorduk demek olacaktır mânâ. Biraz bozuk mu oldu cümle? Bir daha söyleyeyim düzgünce inşallah. Yâni biz Allah’ın kitap göndererek hayatımıza karıştığına inanıyorduk. Ve yine şuna da inanıyorduk ki, kitaptan habersiz yaşa­dığımız hayatla kitabın gösterdiği hayat çatıştığı zaman, kitabın de­dikleri kesin doğru, öteki yaptıklarımız da kesin yanlıştır. Biz baştan buna iman ediyorduk.

Meselâ şu anda yaşadığımız bir hayatımız var. Yaşanan bu hayatın adına din denir. Ve biz din diye, müslümanlık budur diye, bu hayatı yaşarken bu arada Allah’ın kitabını, bizim din kitabımızı, hayat kitabımızı da öğrenmeye devam ediyoruz. Kitabı öğrenme­ye devam ederken de peşinen şunu kabul ediyoruz, şunu diyoruz: Eğer kitabı­mızdan yarın öğreneceğimiz bir âyet bizim bugünkü di­nimize, yâni bugünkü yaşadığımız hayatımıza ters gelecek olursa biz, bugünden o âyetin dediğinin doğruluğunu kabul ediyoruz. Yeni öğrendiğimiz bir din eğer dünkü dinimizle çatışırsa biz, bugünden yeni dinin doğrulu­ğunu kabul ediyoruz diyoruz.

Meselâ şu anda Bakara öğreniyoruz. Bundan sonra inşal­lah Âl-i İmrân okuyacağız. Ama farz edin ki, Âl-i İmrân bizim haya­tımızın filan bölümünün düzenlemesini şöyle anlatacaktır da, ama biz henüz Âl-i İmrân’ı bilmediğimiz için hayatımızın o bölümünü kendimize göre atadan, babadan öğrendiğimiz gibi düzenlemeye devam ediyoruz. Lâkin Âl-i İmrân’ı öğrenince, eğer bu sûre bugünkü yaptıklarımızın yanlış olduğunu söylerse, biz, bugünden sûrenin dediklerinin doğru, yaptıklarımızın ise yanlış olduğunu kabul ediyoruz diyoruz. Meselâ namazlarımızı bazen böyle öğrendikçe düzelttik değil mi? Önce­den öyle öğrenmiştik, meğer yanılışmışız dediğimiz çok olmuştur değil mi? İşte bu âyet bana böyle bir iman modeli anlattı.

Yâni ben, Kur’an’da ne var ne yok, baştan inanıyordum, ic-malen inanıyordum, ama şimdi toptan inandığım kitabımın âyetle­rini tek tek, birim birim tanıdıkça zaten inandığım âyetlere bu defa tafsîlen inanıyo­rum.

Bir de kitaba ve kitaplara imanın, bizim hayatımıza yansıma­sını şöylece özetleyerek bir daha ifade edelim inşallah:

1- Kitaba iman; evvela bize şunu hatırlatacaktır, ya da ki­taba iman sayesinde biz şunu kazanmış olacağız: İnsanlık tarihi­nin hiçbir dönemi kitapsız, sahifesiz ve vahiysiz kalmamıştır. Peygambersiz, vahiysiz ve kitapsız hiçbir dönem düşünmek mümkün değildir. Bir başka deyişle insanlık sürekli Cenab-ı Hakkın ortak bir rahmetine, ortak bir nîmetine lâyık olagelmiştir. Rahmeti bol olan Rabbimiz, in­sanların bu vahye lâyık mı, değil mi olduklarına bakmadan, bu nîmete ehil mi, değil mi olduklarını hiç hesaba kat­madan, her dönem insan topluluklarına mutlaka peygamber gön­dermiştir. Ve onlara, bu pey­gamberleri vasıtasıyla kitabını, mesajını, vah­yini, muhtaç oldukları hak bilgisini ulaştırmıştır.

Ama bu insanlar, kendilerine gönderilen bu peygamberleri ve onların getirdikleri mesajı kabullenmişler veya reddetmişler, bu ayrı problemdir. Şimdi o konuya giremeyiz. Rabbimizin büyük lütfu böy­lece gerçekleşmiştir.

Şimdi düşünmemiz lâzım: Acaba Rabbimiz bize böyle bir lü­tufta bulunmamış olsaydı, bize kulluğumuzu anlatan böyle bir kitap göndermemiş ve de ne yapın yapın beni bulun! Beni bilin! Ve beni razı edecek kulluklar yapın! buyurmuş olsaydı, ne yapardık? Ne ederdik? sorusunun cevabını bulabilirsek, o zaman Rabbimizin bize ulaştırdığı bu mesajın, bu kitabın değerini anlayabiliriz.

2- Kitaplara imanın bize yansıyan ikinci bir yönü de şudur:

Kitaplara iman sayesinde şunu da anlıyoruz ki; bizler yeryüzünün son peygamberiyle birlikte, onun zuhuruyla ortaya çıkmış yeni, türedi bir ümmet değiliz. Müslümanlar olarak, son ümmet olarak bizler insanlığın Hz. Adem’le başlayan ilk başlangıcından itibaren tarih sah­nesinde boy göste­rmiş, kıyamete kadar da varlığı devam edecek olan şerefli bir toplumuz. Kıyamete kadar hiçbir güç ve kuvvetin ortadan kaldırmaya muktedir olamayacağı bir millet, bir ümmet olarak varlığı­mız devam edecektir.

İşte biz, kitaplara iman sayesinde böyle köklü bir millet olma şuurunu elde ediyoruz. Ama yanı başımızda İblisle başlayan ve onun yolunu takip eden bir kâfir grubu da olacaktır. İblis yolu­nun yolcusu olan bu kâfir grup bu ümmetin bozulmaya başladığı andan itibaren ta­rih sahnesinde boy göstermiş bir gruptur.

İlk dönem bili­yoruz ki in­sanlar hep müslümandı. Hz Nuh Aleyhisselâm dönemine kadar yeryüzünde tevhid egemendi. Küfür ve şirkten eser yoktu. Ama yeryü­zünde sapma başladığı andan iti­baren yeryüzünde küfür ve şirk açığa çıktı. İşte sapmayla birlikte ortaya çıkan bu kâfir grup müslümanlarla at başı olarak kı­yamete kadar devam edecektir.

Öyleyse ilk peygamber, ilk insandır. Ya da ilk insan, ilk pey­gam­berdir. Bu böyle olunca bizler sonradan ortaya çıkmış bir dinin müntesipleri değiliz. Aksine tarih sahnesinde insanlığın boy gös­terdiği ilk günden itibaren var olan köklü bir dinin, köklü bir siste­min münte­sipleriyiz biz.

Ve yine biliyor ve inanıyoruz ki; dinimizin varlığı kıyamete ka­dar devam edecek, ondan sonra mahşerde de yine bu dinin yasaları geçerli olacak, yâni orada da insanlık bu kitapla, bu dinle yargıla­na­cak, hesapta da, mîzanda da bu din, bu kitap söz sahibi olacak ve ni­hâyet cennete de cehenneme de gidişte kıstas yine bu dinin yasaları olacaktır.

İşte kitaplara iman, bize bu yüceliği sağlamaktadır. Aslında Hz. Adem’e indirilen vahiyle son peygambere indirilen vahiy aynı­dır. Ama önceki kitapların pratikte uygulanırlılığı şu anda elimizde orijinal nüshâlârı olmadığı için mümkün değildir diyoruz. Başka bir deyişle zaten onların uygulanmasını elimizdeki son kitap bize bil­dirdiği için onlara ihtiyacımız da yoktur diyeceğiz. Onların içinde Allah’tan gelişi şekliyle var olan tüm evrensel doğruları bu Kur’an beraberinde getir­diği için onlara ihtiyacımız kalmamıştır diyoruz.

Bir de o muttakiler, o Kur’an’la yol bulmaya hak kazanan­lar:

“Âhirete de yakînen inanırlar.”

Âhiret konusunda yakîn sahibidir onlar. Gözleriyle görü­yor­muş­çasına âhirete inanırlar. Aslında onu gözle göremiyoruz. Âhireti sonra yaşayacağız biz. Âhiret zaten son an, son gün, ahir zamandır. Âhiret, hayatın ve dünyanın bitmesidir. Dünya ve gökler âleminin so­lumasının bitmesi, canlılar âleminin varlıklarının bitmesiyle başla­yan yeni bir hayatın adıdır. Bizden âhirete iman istenirken onun başlangıcı sayılan ölüme iman istenmiyor. Zira ölüm kişinin onu inkâr edemeye­ceği biçimde her gün gözlerinin önünde cereyan edip durmaktadır. İn­sanlar isterlerse onu inkâr etsinler. İsterlerse yok saysınlar ölümü. Gökyüzüne çıksınlar, yerin karnına insinler, bağırıp çağırıp isyan et­sinler, netice değişmeyecektir. Sonunda herkes ölecektir. Üstelik attı­ğımız her bir adım bizi ölüme doğru götürmektedir. Analarımızdan doğduğumuzdan beri hep ölüme doğru koşmaktayız. Yâni bugün kâfir de, müslüman da ölümü kabullenmektedir.

Yalnız bu konuda kâfirle müslümanın ayrıştığı nokta, ölüm­den sonraki hayattır. Mü’min inanıyor ki ölümden sonra da hayat var. Kâfir de diyor ki; hayır, hayat sadece dünya hayatıdır, işte bu kadardır, ölünce her şey bitecektir. Gerçekten bu şekilde ina­nan bir kâfirin ha­yatına birtakım kayıtlar koymasına da akıl er­dirmek mümkün değildir. Yâni behey budala, madem ki hayat sa­dece dünya hayatıdır, madem ki öldükten sonra her şey bitecek ve yaptıklarından hiç sorumlu olma­yacaksın, o halde hayatını niye kayıtlar altına alıyorsun? Hiçbir kayda küreğe tabi olmadan ha­yatını dilediğin gibi yaşasana!

Öyle değil mi? Sana göre nasıl olsa bir dirilme olmayacak, he­saba çekilme olmayacak. Zavallı mantığı da işlemiyor kâfirin. Zaten aklını kullansaydı müslüman olurdu. Bakın Mülk sûresinde anlatıldı­ğına göre kâfirler cehennemi görünce şöyle diyecekler:

Eyvah! Eğer işitsek ve akıllarımızı kullansaydık; bizler cehennem ashabından olmayacaktık.(Mülk: 10)

Demek ki kâfir, Allah’ın kendisine verdiği akıl ve duyu nî­met­le­rini kullanmamıştır. Demek ki kâfir akılsızdır. Hattâ şu anda yeryüzü­nün gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen en akılsız, en budala, en zavallı varlıkları kâfirlerdir. Hani şimdi şu kimi zavallı müslümanların imrenip kendilerini örnek almak için çırpındıkları kâfirler.

” Onlar yakînen âhirete iman ederler.”

Yakîn demek, yâni yüzde yüzden de öte kesin bilgi demek­tir. Kur’an-ı Kerîm kendisi için yakîn ifadesi kullanır. Yakîn; yüzde yüzden de kesindir. Tabi Allah dediği için öyledir diyoruz.

Bakın Ankebût sûresi kişinin Allah’la bildiği, Allah sayesinde bildiği bilginin, kendi kendisine bildiği bilgiden her zaman üstün ol­du­ğunu haber veriyor. Kişinin Allah’la öğrendiği bilgi kendi ken­dine öğ­rendiği, duyularıyla ulaştığı, tecrübeleriyle bildiği, ya da vahiy dışında başka kaynaklardan öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi, ötekisine de yakîn bilgi diyoruz. Bilgi yüzde yüz doğru olsa bile, yakîn bilgi yüzde yüzden de kesin doğrudur.

Meselâ, şu anda ben yüzde yüz inanıyorum ve biliyorum ki, varım. Düşünüyor, idrak ediyor ve duyularımla algılıyorum ki, ben varım. Kendi varlığımın gerçekli­ğine yüzde yüz inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Neden? Çünkü ben kendi varlığımı kendi kendime, kendi tecrübelerimle öğrendim, ama Allah’ın varlığını Allah’la öğrendim, Al­lah sayesinde öğrendim.

Veya meselâ kendi tecrübelerim ve bilgi kaynaklarımla öğrendiğim bu dünyanın varlığına yüzde yüz inanıyor­sam, âhiretin varlığına yüzde yüzden de kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını duyularımla algılayıp öğrendim, ama âhiretin varlı­ğını Allah’la öğrendim. Yâni kişinin kitap ve sünnetle öğrendiği bilgiye yakîn bilgi denir ki; öteki bilgiden her zaman üstün ve kesindir.

Meselâ bal şerbeti ishale iyi gelir mi dedi Allah? Sen de tec­rübe ettin, denedin, ama sana iyi gelmedi mi? Yâni bal içtikçe, Allah’ın dediğini uyguladıkça karnının ağrısı hep arttı mı? Ağrını artırdı mı bu? Yine de Allah doğru söylüyor, yine de Allah’ın de­diği senin için iyi çı­kacaktır, devam et! Sahabeden karnı ağrıyan birine öyle de­mişti Rasulullah. “Eğer bal şerbeti içersen karnının ağrısına iyi gelir” bu­yurmuştu. O sahâbe bizzat Rasûlullah’ın tavsiyesini uygulamış, tecrübe etmiş ve gelip Allah’ın Rasûlüne şöyle demişti: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben sizin tavsiye ettiğiniz gibi bal şerbeti içtim, ama karnımın ağrısı iyileşmeyip arttı.” Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz ona şöyle buyurdu: “Sen Allah’ın dediğini yap! Vallahi Allah doğru söylüyor, se­nin karnın yalan söylüyor” Evet Allah’ın dediği mutlak doğrudur, tec­rübelerimiz aksini söylese de.

Veya Hz. Ali Efendimizin bir sözü gerçekten bu konuya çok gü­zel bir örnek teşkil eder. Hani Rasûlullah Efendimiz: “Ey Ali, Me­dine’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın, benim Mekke’nin fethine dair gizlediğim bir sırrımı ifşa edecek bir mektup taşımaktadır. Git, fi­lan vadide onu yakala ve yanındaki mektubu bana getir” buyurmuştu. O vadide kadını yakalayan Ali Efendimiz: “Ey kadın, sende bir mektup var, onu bana ver!” demiş, kadın da yeminler ederek kendisinde böyle bir mektubun olmadığını söylemişti. Hz Ali Efendimiz kadının üzerini aramış ve gerçekten bir mektup bulamayınca, kılıcını çekip: “Ya mektup, ya canın!” deyince, mektubu saç örgüsünün içine iyice giz­lemiş olan kadın, hayretler içinde ona şöyle sormuştu: “Ey Ali aradın, taradın bende mektubun olmadığını gördün. Peki ne bildin böyle bir mektubun bende olduğunu? Bu kadar kesin nasıl konuştun?” Bunun üzerine Hz. Ali Efendimiz buyurur ki; “Vallahi benim tecrübelerim ya­lan söyler, ama peygamberim doğru söyler. Tecrübelerim sende mektup yok diyor, ama peygamberim var dedi. Ben peygamberimin dediklerine tecrübelerimden daha kesin inanırım”

Biraz zor mu anlaşıldı? Bir daha düzgünce demeye çalışayım inşallah. Kişinin Allah’la bildiği bilgi, yâni vahiyle, Kur’an ve sünnetle öğrendiği bilgi kendi kendine, kendi tecrü­beleriyle bildiği bilgiden her zaman üstündür. Birine bilgi denirse, ötekisine yakîn bilgi denir. Me­selâ şu anda ben biliyor ve inanıyorum ki varım. Yüzde yüz inanıyo­rum ki ben varım. Çünkü işte aklımla, duyularımla algılıyorum ki ben varım. Kendi varlığıma yüzde yüz inanıyorsam, Allah’ın varlığına yüzde milyar inanıyorum. Neden? Çünkü ben kendi varlığımı kendi tecrübelerimle, kendi duyularımla anladım, ama Allah’ın varlığını Al­lah’la, Allah bilgisiyle, Allah kitabıyla, yâni vahiyle öğrendim. Veya yüzde yüz biliyor ve inanıyorum ki, bu dünya vardır. Çünkü işte şu anda gözlerimle görüyor, aklımla idrak ediyor, duyularımla hissediyo­rum. Ama âhiretin varlığına yüzde milyar kesin inanıyorum. Çünkü dünyanın varlığını kendim anladım, bildim, ama âhiretin varlığını Al­lah’la öğrendim.

İşte kişinin kendi kendine öğrendiği, bildiği bilgi eğer yüzde yüz kesinse, vahiyle öğrendiği bilgi yüzde yüzden de kesin doğru bilgidir. İşte bu bilginin adına yakîn bilgi denir. Ve işte o mutta­kiler âhiretin varlığına yakînen inanırlar, gözle gördüklerinden daha kesin iman ederler buyuruluyor.

Ama burada bilimi, deneyi putlaştırıp onu Allah bilgisi yerine ikâme etmek isteyen, vahyi insan hayatından dışlamaya çalışan pozi­tif sistemin bilimci kâfirlerinin şöyle bir şüpheleri var. Veya şöyle bir iddiaları var:

Meselâ laboratuarda yaptığımız ve kesin doğruluğuna inandığı­mız deneylere aykırı bir âyet, bir hadis karşımıza çıkarsa ne yapacağız diyorlar. Laboratuarın deneyini mi kabul edeceğiz, yoksa onun aksini söyleyen o âyetin, o hadisin dediğini mi kabul edeceğiz? Ben diyorum ki; bu konuda kesinlikle âyet ve hadisten şüphe etmeye­ceğiz. Kesinlikle âyet ve hadisin dediğini mutlak doğru kabul edece­ğiz. Allah bilgisini mutlak doğru kabul edecek ve onun aksini söyleyen laboratuarın dene­yini reddedeceğiz. Böylece müslüman oluşumuz, Allah ve Rasûlüne teslim oluşumuz açığa çıkacak. Müslümanlık budur işte.

Bunu yaparken de şöyle diyeceğiz: Ne biliyoruz? Belki de o de­neyi yapanların deney yapım modelleri bozuktur diyeceğiz. Belki de yanlış yaptılar. Belki de kasıtlı yaptılar. Belki de ortam değişiktir. O ortamla bu ortam farklı olduğu için deneyler farklı sonuçlar vermiştir. Belki de o deneyi yapan alçakların anlayışları ve niyetleri değişiktir. Belki de bu hadisi reddetmek için kasıtla bu sonuca var­mışlardır diye­ceğiz. Eğer hadis yine de sahih bir hadisse onun doğruluğuna inana­cağız. Benim imanım budur bu konuda. Bun­dan başkasını da kabule elvermiyor imanım. Kişi eğer Peygamber bile olsa kesinlikle kendi bil­gisiyle Allah’ın bilgisini denk tutamaz. Bu iki bilgi farklı olacaktır onun için. İşte o muttaki müminler:

Sanki âhireti yüzde yüzden de öte kesin bilirler ve iman eder­ler. Yâni insan kendi kendisini bilir ya, âhireti kendilerinden daha bir önde bilirler ve inanırlar. Yakîn, bu anlama gelecektir. İn­san kendi varlığını kendi kendine bildi; ama âhireti insana Allah bildirmiştir.

Çünkü âhiret inancı Allah’la beraber olmayı, Allah’la karşı kar­şıya gelmeyi gündeme getirecektir. Yâni âhiret elde bir, hesap, kitap elde bir diyecektir kişi. Alırken, verirken, severken, küserken, yatar­ken, kalkarken âhireti hep gözünün önünde tutacaktır. Ben bundan hesaba çekileceğim! Ben bunun hesabını vereceğim! Bu konuda ya­rın benim karşıma bir dosya çıkacaktır! diyen kişi sürekli kendisini kontrol altına almayı becerebilecektir. Gerek gayba imanı, gerekse âhirete imanı gerçekleştirebilmek için sürekli va­hiyle, kitapla ilişkimizi sürdürmek zorundayız. Bundan başka ça­remiz yoktur. Çünkü âhireti de, gaybı da ancak bu kaynaktan öğ­renme imkânımız vardır. Bu ko­nularda bilgilenebileceğimiz başka bir kaynak da yoktur.

İşte böyle yapanlar, böyle inananlar, böylece yollarını Allah ile, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti ile bulacaklardır. Ya da şöyle söyleyelim: Allah, böyle yapan­lara yol gösterecektir. Âyetle söyleyelim bunu:

5:”İşte Rablerinin yolunda olanlar bunlardır.”

Onlar Allah’la yol bulan, yollarını Allah’ın buldurduğu insan­lar­dır. Veya kendileri, kendi kendilerine, kendi başlarına yol bul­muşlar değil de Rableri onlara yol buldurmuştur. Halbuki kendileri aramışlardı yolu. Ama İslâm’ın edebidir bu. Güzellikler hep Allah’a izâfe edilir İs­lâm’da. Bunlar Allah’tan hidâyet istemişler, Allah’ın kendilerine gös­terdiği hidâyet yolu olan kitabına müracaat etmişler, onu anlamaya, onu tanımaya, onunla yol bulmaya çalış­mışlar, kitaba baş vurmuşlar, Rablerine yol sormuşlar ve böylece Rablerinden hidâyete ulaşmışlar­dır. Rableriyle hidâyete ulaşmış insanlardır onlar. Vahiyle yollarını bulmuş insanlardır onlar. Hayat programlarını vahiyden almış, vahiy kaynaklı bir hayat yaşamaya iletilmiş insanlardır onlar.

“Ve onlar felâha erenlerin ta kendileridir de”

Felâha ermenin ne demek olduğunu ileride Kur’an değişik yer­lerde anlatacak. Meselâ Âl-i İmrân sûresinin sonunda:

“Ey iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düş­manlarınızı geçin! (Allah yolunda cihad için hazır) ra­bıtalı olun! Bir de Allah’la yol bulun ki; felâh bulası­nız.” (Âl-i İmrân: 200)

Evet, diyor ki Rabbimiz: “Ey iman edeler!” Peki neye iman edenler? Fâtiha’dan buraya kadar anlatılanlara iman edenler. Veya Bakara’da başlayan ve Âl-i İmrân’ın sonuna kadar anlatılanlara iman edenler!

“Sabredin! Sabırda yarışın!”

Yâni bu imanınızı gündemde tutma yarışında bulunun! Yâni imanınızı, teslimiyetinizi, hidâyetinizi gündemde tutma konusunda sa­bırlı olun! Hidâyet yolunda olma konusunda, hidâyetinizi hayatınızda görüntüleme konusunda, imanlarınızla hayatınızı düzenleme konu­sunda direnin! Dayanın! Şeytan ve dostlarının en­gellemelerine karşı sabır yarışına girin! Siz onların sapık yollarına sabırlarında onları ge­çin! Hidâyeti dalâletin önüne geçirin!

“Rabıtalı bulunun!” (Şeyhe Yapılan Rabıta Değil!)

Yâni Kur’an’la, vahiyle, bu mesajla ilginizi, irtibatınızı, rabıta­nızı kesmeyin! Sürekli kitap ve peygamberle birlik yaşayın! Vahiyle diyalogunuzu bir an bile kesmeyin! Böylece yolunuzu hep Allah’la bulun! Yolunuzu hep peygamberle bulun! Hayatınızı hep vahiyle be­lirleyin! Yanılmayın! Şaşırmayın! Hep Allah desin, siz yapın! Allah tarif etsin kitabıyla, siz oradan alıp amele dönüştürün! İşte o zaman felâh bulursu­nuz. İşte o zaman dünyanızı da, âhiretinizi de kurtarmış olur­sunuz.

“Umulur ki o zaman felâha eresiniz.”

Demek ki bundan sonra anlatılanlar hep bizim felâhımız için­miş. Evliliğiniz şöyle olsun, boşanmanız böyle olsun. Fâizden kaçar­sanız, orucunuzu şöyle yaparsanız, adam öldürmeyi böyle yaparsa­nız, kısası şöyle uygularsanız gibi bundan sonra gelecek olanlar, işte bunlar bizim için yol gösterileri veya işaret levhalarımızdır. Veya felâ­hımızdır, kurtuluşumuzdur. Yâni bunlara uyarsak felâha ereceğiz de­mektir.

Özetleyelim şimdi bu bölümü: Vahiy insanlar için “Hüden” dir. Vahiy insanlar için yol göstericidir. Vahiysiz insanlığın yol bulması ke­sinlikle mümkün değildir. İşte bu hidâyet rehberi olan kitabın karşı­sında, Kur’an’ın karşısında insanlar ikiye ayrılır.

1- Takvalılar (Muttakiler). Yâni kitapla yol bulanlar, yâni yol­la­rını Allah’a sorarak bulanlar. Yaptıklarını Allah’ın kitabına ve peygam­berin sünnetine sorarak yapanlar, yapmayıp terk ettiklerini de yine kitaba müracaat ederek yapmayanlar. Yâni pozitif ve negatif tüm ey­lemlerini vahiy kaynaklı gerçekleştirenler. İşte bunlar kitabın kendileri için yol gösterici olduğu muttakilerdir.

2- İkinci grup insan ise, kendilerine Kur’an arz edildikten sonra, kendilerine arz edilen Kur’an karşısında ikinci grup insan tavrı ise:

6:”Kitap kendilerini ha uyarmış ha uyarmamış (fark etmez) müsavi olanlardır.”

Kitap kendilerine ha ulaşmış ha ulaşmamış, Kur’an diye bir ki­tap evlerinde ha var ha yok, yeryüzüne böyle bir kitap ha gelmiş ha gelmemiş fark etmez yaşayanlar, kitaplarına karşı nötr davra­nanlar, ilgisiz ve kayıtsız yaşayanlar, kitaplarından habersiz hayat programı yapanlar. Kitabın kendilerini uyarmasıyla uyarmaması müsavi olanlar.

Bu konuya münâsip kitabımızdan bir örnek verelim: Şuarâ sûre­sinde Hûd Aleyhisselâm’ın kavmi Âd toplumu elçilerinin kendile­rine sunduğu mesaj karşısında şöyle söylüyorlardı:

“Onlar dediler ki sen öğüt versen de vaaz edenler­den olmasan da bizce müsavidir.” (Şuarâ: 136)

Yâni; “Ey Hûd! İster vaaz et, ister vaaz etme! İster anlat, is­ter anlatma! İster uyar, ister uyarma! Bizim için fark etmez; çünkü biz, kesinlikle seni dinlemeyecek ve sana inanmayacağız” diyorlardı. Yâni peygamberlerinin vaazının, uyarısının varlığıyla yokluğunu müsavi kabul ediyorlardı. Peygamberin varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Ki­tabın varlığıyla yokluğu müsaviydi onlar için. Kitap ha var, ha yok, fark etmezdi. Peygamber kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış, kendilerine kitap ha bir şeyler demiş, ha dememiş fark etmezdi onlar için.

Buna göre kitap karşısında insanların ikinci bir grubunun varlı­ğını anlıyoruz buradan. Ama bunu demeden önce burada bir yanlı­şımızı söyleyelim: Maalesef müslümanların şöyle bir yanlışı olmuş: Sanki Kur’an’da anlatılan mü’min, muttaki, muvahhid, sa­bırlı, mücahid, cihad edici, namaz kılıcı insanlar sanki biziz. Ga­ranti biziz. Bunlardan söz ederken Kur’an garanti bizi anlatıyor. İyi özelliklerin hep bize ait olduğunu, kötü sıfatların, istenmeyen özelliklerin de hep başkalarına ait olduğunu düşünmüşüz.

Halbuki yıllar yılı şunu da öğretmişlerdi müslümanlara. Şunu da öğrenmişti müslümanlar: Cennetlik olmayı kim garanti görürse din-den çıkar. Kimse kendisinin kesin cennetlik olduğunu iddia ede­mez. Bu konuda kimse mutmain olamaz. E, sen nereden bildin onun sen olduğunu? Nereden bildin kesinlikle oraya lâyık olduğunu? De­memiz gerektiğini biliyoruz. Bunu da bildiğimiz halde yine de Kur’an’da anlatılan her güzel sıfatın sahibinin ken­dimiz olduğunu zannetmişiz. Ondan sonra da Kur’an’da nerede kâfir, putperest, fâsık, fâcir, münâfık, müşrik anlatıldı mı da hep başka­ları zannedilmiş, hep karşıdakiler zannedilmiş, hep başkala­rının üzerine atılmış. Oysa, acaba bu anlatı-lanlar ben miyim ki? Bu sı­fatlar bende mi ki acaba? Acaba bu âyet beni mi anlatıyor ki? Demek zorundaydık. Bunu da bi­liyorduk.

Çünkü Hz. Ömer Efendimiz de Aşere-i Mübeşşere’den ol­duğu halde: “Acaba burada anlatılan münâfık ben miyim?” diyor ve uykula­rını kaybediyordu. Acaba Rasulullah’ın haber verdiği mü­nâfıkların içinde ben de var mıyım? Diye, için için muhasebesini yapıyordu. El­bette bir insan olarak, bir mü’min olarak öyle düşüne­cekti ve zorlana­caktı, zorlayacaktı kendini.

Şimdi bu mânâda kendimize bir bakalım: Kur’an karşısında, kendisine Kur’an arzedilince, Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ın uyarısı kendisine ulaşınca bu uyarıya karşı iki grup insan varmış. Bu uyarıya karşı takınılan iki insan tavrı varmış:

1- Bir Muttakiler. Yâni Kur’an’la uyarılanlar. Kuran’ın uyarısı kar­şısında uyarılanlar. Kur’an’ın uyarısına müspet tepki verenler. Kur’an’ın uyarısıyla etkilenenler. Kur’an’la yol bulanlar, yollarını Kur’an’la bulanlar.

2- İkinci grup insan ise, kendilerine Kur’an arzedilince, Kur’-an’la karşı karşıya gelince, Kur’an’ı duydukları zaman, Kur’an karşı­sında ikinci grup insan da:

“Küfredenlere (hakkı örtbas edenlere) gelince uyar­san da uyarmasan da müsavidir onlar için. Onlar iman etmezler.”

Bu ikinci grup insan, Kur’an ha var, ha yok fark etmez olanlar. Kur’an’ın uyarısı karşısında nötr davrananlar. Kur’an’la diyalog kurma gereği duymayan, onu anlama, tanıma, onunla yol bulma, onun reh­berliğinde, onun yol göstericiliğinde bir hayat yaşama lüzumu duyma­yan, Kur’an’sız yaşayan insanlar. Kitaplarından habersiz yaşayan in­sanlar.

Şimdi kendimize bir bakalım: Eğer Kur’an bizi uyarınca, yâni biz Kur’an’la karşı karşıya gelince, Kuran’ın mesajı bize ula­şınca, ya kendimiz bizzat okuyarak, ya da şu anda benim yaptığım gibi bir baş­kası okuyarak Kur’an’ın inzarı, uyarısı bize ulaştığı zaman, eğer Kur’-an bizi ha uyarmış, ha uyar­mamış, böyle bir sûre Kur’an’da ha varmış, ha yokmuş, bizim için denkse, müsaviyse, iman boyutunda denk ise, amel boyutunda denkse, o zaman Allah korusun biz de ikinci grubun içindeyiz de­mektir. Yeryüzüne böyle bir kitap ha gelmiş, ha gelmemiş, Kur’an diye bir kitap Konya’da ha var, ha yok, Kur’an diye bir kitap bizim evde ha mevcut, ha değil fark etmez yaşıyorsak o za­man Allah korusun burada anlatılan biziz demektir. Bu hayatı Allah’ın kitabını tanıyarak yaşamakla, tanımadan yaşamak bizim için fark et­mez diyor ve kitaptan habersiz bir hayatın mahkûmu olmuşsak kesin­likle bilelim ki burada anlatılan biziz. Veya bu kitabı tanıdıktan sonra, bu kitabın uyarılarına muttali olduktan sonra sanki bu kitabı hiç duy­mamış, tanımamış insanlar gibi bir hayat yaşamaya devam ediyorsak, kesinlikle bilelim ki burada anlatılan biziz demektir.

Eğer iman boyutunda denk değil de amel boyutunda denkse bu iş, o zaman Ankebût sûresi imdadımıza yetişiyor ve di­yor ki: Sakın ha aldanmayın! Şeytan sizi Allah’la aldatır bazen! Allah sanki sizi müslüman kabul etti zannettirir. Çünkü Allah bu­yurur ki:

“İnsanlar öyle mi zannediyorlar ki sadece iman et­tik demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmeye­cekler?”(Ankebût: 2)

Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi umuyorlar ki, onlar sadece dilleriyle “amenna”! de­yiverecekler, inandık deyiverecekler de salını­verecekler, öyle mi? Sadece biz inandık demeleri kâfi gelecek öyle mi? Hesaplarını, kitaplarını buna göre mi yapıyorlar? Böyle mi zanne­diyorlar? diyordu.

Öyleyse kişi, Kur’an’ın bir konudaki uyarısına iman ettim dese de, sonra o konuda Allah imkân verip de imtihan edince, de­neyince sanki kâfirler gibi o konuda herhangi bir uyarı yokmuş gibi davranı­yorsa, Kur’an’dan habersiz yaşıyorsa, ya da kitabının o âyetinden ha­beri yok gibi davranıyorsa, o zaman kesinlikle o da onlardan olacaktır, Allah korusun.

Peki o zaman, küfrü ikiye mi ayırdık?

1- Hani şu Ebu Cehil gibi cehennemi boylayacak olan kâfi­rin küfrü. Küfr-i inâdî. Eh bakıyoruz ki adam bazen müslüman gibi söz ediyor, mü’min gibi söz söylüyor. Ben de inanmışım, ben de müslü-manım diyor. Dahası bir adım daha öte atıyoruz ve şeytana bakıyo­ruz. Şeytanın bizzat Allah’a inandığını, Allah’tan korktuğunu veya âhirete iman ettiğini görüyoruz. Kur’an’da bu mânâda sözle­rini görü­yoruz şeytanın. Ama sadece iddiadan ve sözden ibaret bir imana Al­lah asla iman demiyor.

Öyleyse Kur’an bizden sadece söz istemiyor. Sadece söz pla­nında bir iman istemiyor. Kur’an bizden inandım denilen konu­nun amelini istiyor. Allah’ın bizden istediği iman inandığımız konu­nun bi­zim hayatımızda görüntülenmesine imandır. Meselâ ben namaza ina­nıyorum! diyor adam. Peki ne demektir bu? Bu cüm­leyi şöyle ayrıştı­ralım: Ben namaza inanıyorum demek; şu iki maksatlardan birisiyle söylenmiştir:

1- Ben müslümanların namaz kılmaları gerektiğine inanıyo­rum! Ben mutlaka namazın kılınmasından yanayım! Namaz kılınmalı efendim! Namaz dinin direğidir efendim! Namazsız dinin ayakta dur­ması mümkün değildir! Müslümanlar mutlaka kılmalı­dırlar namazı! Ben namazın mutlaka kılınmasından yanayım! E hadi ne duruyorsun? Niye kılmıyorsun? denince de, eh birileri kılsın canım! Boş kalmasın! Birileri yapsın! Benden söylemesi, başkala­rından da yapması diyor. Söyleyici başka, yaşayıcı başkadır diyor. Böyle bir iman.

2- İkincisi: Ben namaza inanıyorum. Ben namazın benim ha-ya­tımda görüntülenme­sine inanıyorum! Ben inandığım namazın kendi hayatımda pratize edilmesi gerektiğine inanıyorum! İşte iki tür iman modeli. Hangisi imandır bunların? Hangisi İslâm’ın imanıdır? Ya da hangisi Allah’ın bizden istediği imandır? İkincisi değil mi? Birinci­sine iman demiyor Allah. Sadece sözden, sadece iddiadan ibaret olan, amele dönüşmeyen bir iman Allah’ın istediği bir iman değildir.

Meselâ diyor ki adam: Ben Kur’an’ın okunması gerektiğine, Kur’an’ın yaşanması gerektiğine inanıyorum! Peki kim okuyacak? Kim yaşayacak? Birileri yaşasın efendim, boş kalmasın. Böyle bir iman, iman değildir.

Ben müslümanların cihad etmesine inanıyorum. Ben müslümanların örtünmesi gerektiğine inanıyorum. Ben Kuran’ın anlatıl­ması gerektiğine inanıyorum. Peki kim yapacak bunları? Birileri yap­sın efendim! Bizden söylemesi, biz bunun edebiyatına görevli­yiz, bi­rileri de yapsın, yaşasın. Böyle bir iman lüks bir imandır.

Dönelim, hicri ikinci asra kadar yaşayan mü’minler Peygamber ne demişse Allah’tan, aynen kabul ettiler, aynen iman ettiler, ama bu imanlarını sadece söz planında bırakma­dılar, hemen bu imanlarını amele dönüştürdüler ve toplum birden bire değişiverdi. Peki ya şimdi? Şimdi neden, müslümanlar hem Kur’an okuyorlar, hem öğreniyorlar, hem iman ediyorlar, hem iman­ları artıyor da neden bu toplum değiş­miyor? Galiba inzar kendi hayatlarında uyarıcı özelliğini kaybettiği için.

Biraz sivri bir iş, güç bir durum çıktı karşımıza. Ama ne ya­pa­yım öyle olmasa da bu insanlar hepten müslümanlar işte. Her­kes müslüman bu toplumda. Herkes kendini böyle iyi müslüman kabul ederken okuyun, anlayın, kavrayın diyerek ne kazandıracağız biz bu insanlara?

Yâni bu toplum şu anda çok iyiyse, arzu edilen noktadaysa, Kur’an’ın getirdiği hayat bu toplumda bir şeyler değiştirme­yecekse bu insanlara ne diyeceğiz yâni? Adam inandım diyor. Ben de müslümınım diyor tamam, bir şey kalmıyor geriye. Eğer Kur’an bu top­lumda bir şeyler değiştirmeyecekse o zaman bu toplumda Kur’an’ın fonksiyonu ne oldu? demek zorunda kalacağız. Kur’an’ın tarihteki fonksiyonu neydi, şimdi ne hale geldi? Eğer böyle dü­şünmeye ve sor­gulama-ya devam edecek olursak, cesaretim yok söylemeye, ama bir kere o yanlışı yaptım daha önce, inşallah bir daha yapmamaya niyet­liyim Allah yardımcımız olsun.

Bir keresinde şirki ve küfrü anlatmıştım birine. Adam bocaladı, sendeledi, evine gitmiş. Arkadaşı namaz kılmak istemiş ve haydi na­maza diyerek onu da namaza davet edince: Yok! Demiş ben namaz kılmıyorum! Niye kılmıyorsun? Kılmıyorum çünkü biz müşrikmişiz! di­yor. Halbuki ben ona bunu anlatmadan yana değildim! Böyle bir niye­tim de yoktu Allah bilir. Sadece ona şunu anlatmak istemiştim: Biz şu anda bir müslümanlık yaşıyorduk ama meğer ki bu yaşadığımız hayat Allah’ın istediği hayat değilmiş. Öyleyse Allah için biraz daha gayret emek zorundayız ı anlatmak istemiştim. Ama adam bunu çok farklı anlamış.

Meselâ bakın, Kur’an’da “dikkat edin! Bu iş sizi cehenneme gö­türüyor! Bu işin sonu cehennem! Soluğu cehennemde alacak­sınız! Aklınızı başınıza alın!” diyen âyetler vardır. Ama bu âyetler: Tamam işiniz bitti! Piliniz bitti! Ümidiniz bitti! Canınıza okudum! demiyor yâni. Peki ne diyor? Ey kullarım, gelin yanlışlarınızı anla­yın! Eksiklerinizi anlayın! Haddinizi bilip hatalarınızdan dönün! di­yor. Yapmayın bir daha böyle! demek için geliyor ya. Öyleyse ben de diyorum ki, ey Müslümanlar kitap karşısındaki tavrımızı bir daha gözden geçirelim! Kitap karşısındaki tavrımızı bir daha sağlamaya alalım! Bu konuda kendi kendilerimizi bir daha yargılayalım, bir daha sorgulayalım! Acaba Rabbimizin bu dediği bizde var mı, yok mu? diye bir silkinelim, bir kendimize gelelim, bir gayret edelim içindir bu.

Veya en azından bizde, bizi rahatlatacak bir ümit ışığı da var mı? Tabi onu da söyleyeceğiz. Bazen bu yanlışa düşerken, bunun kabul edilmemesi gereken bir ortam olduğuna dair bir sa’yimiz var mı? Bir üzüntümüz var mı? İşte biz, en azından bunda müslümanız demektir. Bakın, bu halimizle kâfiriz demedim yâni, diyemem de za­ten. Ama Allah korusun Kur’an uyarsa da uyar­masa da bizim için fark etmiyorsa, dünyamızda Kuran ha var ha yoksa, meselâ Kur’an oku­maya başlamadan, Kur’an’la eğitim or­tamına girmeden önceki bizle Kur’an okumaya, Kur’an eğitimine başlayan biz pek fazla fark etmi­yorsa, yâni okuduklarımızla haya­tımız değişmiyorsa, o zaman denktir gibi görünüyor ve korkuyo­rum bundan. Okuyoruz ama okuduklarımız bizi uyarmıyor demek­tir. Okuduğumuz Kur’an bizi ha uyarmış ha uyarmamış fark etmez demektir Allah korusun.

Ama bütün bu olumsuz tabloya rağmen şöyle bir iman kıvılcımı, şöyle bir amel hareketi var bizde. Şöyle minnacık ta olsa bir de­vinim var bizde. Peki nedir o? O şudur bakın: Kur’an okuyu­şumuzun, Kur’an’la beraberliğimizin bizde oluşturması gereken o hareketliliği, o değişikliği, o uyarılmışlılığı fark ettiğimiz anda üzülü­yoruz. Pişmanlık duyuyoruz, silkiniyoruz ve hemen biraz biraz gayrete geliyoruz. Bir çabalamanın içine giriyoruz. Bu durum bi­raz biraz bizi serinletirken, biraz sevinmeye başlarken, ama o za­man da karşı sayfadaki âyet karşımıza çıkıyor ve şu soru aklıma ge­liyor: Yoksa şimşek çakınca onun aydınlığında biraz yürüyoruz da sonra zifiri karanlıkta kalıve­renler gibi mi oluyoruz? Yâni münâfık­lar gibi mi oluyoruz? diye ürk­meye başlıyorum.

İşte bunlar, bu düşünceler, bu kendi kendimizi yargılama cesareti bizi ürkütecek, korkutacak, ya da daha bir gayrete getire­cektir. Ya bu halimle cenneti kaybedersem! Ya Allah’ı memnun edemezsem! Ya cehennemi boylarsam! Derdine düşürecektir bizi ve daha dikkatli olma hassasiyeti kazandıracaktır..

Kalplerini düşünüp değerlendirmek için, muhakeme ve mü­na­kaşa ederek bir kanaate varabilmek için Kur’an’a açmayan in­sanlar. Yahu ne diyor? Nedir bu Kur’an? Neden bahsediyor Bakara? Ne an­latıyor Âl-i İmrân? Bir kere okuyalım da bir karar verelim diye merak edip onunla pratik bir diyaloga girmeyen insanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu? Fark etmez yaşayan insanlar. İşte uyarının fayda vermeyeceği insanlar bunlardır.

Sanki gözlerini yeryüzündeki milyonlarca Allah’ın meşhût âyetle­rine kapamış, kulaklarının şu elimdeki metluv âyetleri duyma­sına müsaade etmeyen, kalplerinin düşünmesine, muhakeme ve mü­nâkaşa etmesine izin vermeyen insanlardır burada anlatı­lanlar.

Bir bakıma bu ve benzeri âyetler, toplum karşısında Peygam­be­rin konumunu belirleyen âyetlerdir.

1- Birincisi; Kur’an’a karşı, Kur’an’ın uyarısına karşı böyle bir ta­vır takınan insanlar karşısında Peygamber üzülmemeli, ümit­lerini yitirmemelidir. Kendilerini Allah mesajıyla uyaran, kendilerine Allah âyetlerini duyuran bir peygamber karşısında böyle vurdumduymaz, böyle kör ve sağır insanlar da olabilecektir.

2- İkincisi; Peygamber bu tür çorak arazilerle uğraşmak yerine mesaisini daha mümbit arazilere aktarmasını bilmelidir. Peygambere ve onun yolunun yolcusu biz müslümanlara bu gerçeğin uyarı­sında bulunan âyetlerdir bu âyetler.

Ama şurası unutulmamalıdır ki, bu uya­rılanlar açısından böyledir. Uyaranlar açısından böyle değildir. Yâni şöyle bir sonuca gitmemiz caiz değildir: Efendim madem ki uyarsak da, uyarmasak da fark etmezmiş. Uyarsak da, uyarmasak da müsa­viymiş. Madem ki bu insanlar iman etmeyeceklermiş. Ma­dem ki uyarma ve uyarmama konusunda muhayyer bırakılmışız. Öyleyse biz de bırakıverelim! Biz de uyarmayalım onları! Bırakıve­relim bu işi di­yemeyiz. Çünkü uyarılanlar açısından böyledir, ama uyaranlar açısın­dan böyle değildir bu. Bakın dikkat ederseniz burada:

“Peygamberim, senin için müsavidir” denmemiş. Peygambe­rim, sen onları uyarsan da uyarmasan da senin için fark etmez! Onları ister uyar, ister uyarma! Senin için müsâvidir! denseydi o zaman bu konuda Rasûlullah Efendimiz uyarıp uyarmama konusunda serbest olacaktı. Tabi onun şahsında bizler de bu konuda ser­best olacaktık. Yâni gerek Allah’ın Rasûlü, gerekse onu yolunun yolcusu olan bizler dilediklerimizi uyaracak, dilemediklerimizi de uyarmaktan vazgeçebilecektir. Bu iş bizim arzumuza bırakılmış olacaktı. Ama bakın öyle denmiyor da:

“Onlar için müsâvidir” denmiş. Yâni peygamberim uyarsan da, uyarmasan da senin için fark etmez denmemiş de, onlar için fark et­mez denmiş. O halde sen uyaracaksın Peygamberim! Sen onları uyarmak zorundasın! Bu, meselenin sana yönelik veçhesidir. Ama bu işin bir de uyarılanlara yönelik yönü vardır. O da: Sen uyarsan da, uyarmasan da fark etme­yecek insanlar da olabilecektir.

Öyleyse biz uyaracağız insanları, uyarmak zorundayız. Bu işin bize yönelik veç­hesi. Bir de bu uyarı işinin uyarılanlara yönelik veçhesi vardır ki kimi­leri bu uyarıya müspet cevap vermeyecektir. Ama bu bizim problemi­miz değildir. Biz her hal ü kârda insanları uyarmak, insanlara Allah’ın kitabının uyarısını ulaştırmak zorundayız. Çünkü kim uyarılacak, kim uyarılmayacak? Kim uyarıya müspet tavır takınacak, kim vurdum­duymaz davranacak? Kim adam olacak kim olmayacak? bunu bilmi­yoruz. Bu konuda şunlar şunlar iman edecek, ama bunlar bunlar iman etmeyecek, şunlar şunlar uyarılacak, uyarıyı ka­bul edecek, ama bun­lar bunlar etmeyecek, diye elimizde bir liste yoktur. Onun için bunu kendimize problem edinmeden herkesi uyarmak zorundayız.

Peki niçin iman etmezmiş bunlar? Niçin uyarıya karşı nötr dav­ranırmış bunlar? Uyarının varlığıyla yokluğu niçin müsaviymiş bunlar için? Bakın bunların iman etmeyiş sebebini Rabbimiz bundan sonraki âyetinde şöyle anlatıyor:

7: ”Allah onların kalplerini ve kulaklarını mü­hür­le­miştir. Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır.”

Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Mühürleyecek de olabilir mânâ. Çünkü yarın olacak şeyler olmuş gibi kesin kesin anlatılır Kur’-an-ı Kerîm’de. Kur’an’ın anlatımı budur.

Allah onların kalplerini mühürler. Kulaklarına mühür basar. Duyma ve dinleme özellikle­rini de alıverir. Gözlerinin önüne de görmelerine engel bir perde çekiverir. Duymaz, duygulanmaz, anlamaz, işitmez bir hale getiriverir onları Allah.

” Gözleri üzerinde de perde vardır.”

” Önlerinde de mutlak bir azap onları bekliyor.”

Yâni kalpleri mühürlenir, dinleme, anlama istidatları alınıverir. Gözleri vardır, görürler ama sanki görmezler. Kulakları vardır, duyar­lar ama sanki işitmezler. Kalpleri vardır, ama sanki bir şey du­yup an­lamazlar. Tıpkı hayvanlar gibidir onlar.

“Onların kalpleri vardır onunla anlamazlar. Göz­leri vardır onunla görmezler. Kulakları vardır onunla işitmez­ler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Hattâ hayvan­lardan daha da şaşkındırlar. (A’raf: 179)

Gaybî konulara tüm kapıları, pencereleri kapanmıştır onların. Mü’minlerin ruhlarına açık olan tüm pencereler bunlar için kapalıdır. Çünkü onlar hidâyetle, hidâyet kaynağı olan Kur’an’la ilgilenme­mişlerdir. Hidâyet kaynağı olan Kur’an’a karşı nötr davranmışlar­dır. Ka­ranlıkta kalmayı tercih etmişler, düğmeye basma gereği duymamış­lardır. Acaba şimdi kalbin mühürlenmesini nasıl anlaya­cağız? Allah’ın Rasûlü:

“Günahlar insan kalbini bir kılıf gibi öyle bir sa­rar ki, sonunda o kişi artık bir şey duymaz oluverir.” Buyurur.

İşte kalbin mühürlenmesinin mânâsı budur. Diyerek sohbetimizin daha fazla uzamaması adına dersimizi Bakara Suresinin 7.Ayeti kerimesinin kısmen tefsiri ile yarıda bırakıyor bir sonraki dersimizde ilgili ayet üzerinden diğer ayetlerimiz tefsirine devam edeceğimizi belirtmek isteriz.

Bakara Suresi 4 – 7 Tefsiri

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir