Süleymanlıların Kararlarını Divanı Salihin veya Resulullah Mı Alıyor ?

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Süleymanlı Haber olarak yeni bir reddiyemizi siz kıymetli okuyucularımıza sunmaya ve din adı altında anlatılan , Kuran ve sünnet dışı uygulamaları tek tek delilleri ile anlatmaya devam ediyoruz.

Bu günkü konumuz hem Süleymanlı kurs ve yurtlarında ballandıra ballandıra anlatılan hem de Akademi Dergisi’nde iki (2) ayrı konu başlığı olarak paylaşılan “Süleymanlılar Kararlarını Divanı Salihin ve Allah Resülü’nden alıyor.” uydurmasıdır.

Bu uydurma rivayetler anlatılırken, sözlerini haklamak(doğrulamak) için özellikle Yüce Rabbimizin ayeti kerimelerinin suistimal edilmesinin yanı sıra sahih olmayan hadisi şeriflerle ve yalan tarih bilgisi ile insanlarımız kandırılıyor. Bu zümrelerin kullandığı yöntemler hep aynı şekildedir. Süleymanlı Haber’in diğer reddiyeleri ve Gerçek Süleymanlılar bölümündeki yazılarımızı okursanız ne demek istediğimizi daha iyi anlayabilirsiniz.

Süleymanlıları yada Süleymancıları (haşa) Resulullah (a.s) mı yönetiyor ?

İster Süleymanlılar olsun (Süleymanlılar veya Süleymancılar kavramından hangisini kullanıyorsanız kullanın), ister bir başka tarikat veya cemaat , isterse de şahıs ve benzeri ne olursa olsun Resulullah (a.s) ‘ın yönetmesi söz konusu değildir.

Önceki yazılarımızdan biri olan “Süleyman Hilmi Tunahan Zamanın Tasarruf Sahibidir Uydurması” ve benzer diğer konularımızda Bakara Suresi 154 ayeti kerimesi :“Sakın onlara ölü demeyin!” ayeti detaylı işlenmiştir.

(Kıymetli okuyucularımız bazı yazılarımızda fark edeceksiniz ki ,aynı ayetleri defaatle yazıların içerisinde kullanıp vurguluyoruz. Bizi takip eden ve yazılarımızı okuyanlar bu durumdan sıkılmış olabilirler ama maalesef ki yozlaşma ve insanları aldatmak belli ayetler üzerinden yapılmaktadır. En çok kullanılan ve hatalı anlatılan , bağlamından koparılan ayetlerden bazıları ; Maide Suresi 35 , Bakara Suresi 154 ve Al-i imran Suresi’ndeki rabıta ya delil getirilmeye çalışılan vb başlıca ayeti kerimelerdir.)

Akademi Dergisi’nin yayınladığı videoda, sohbete Kehf Suresi’nin 17.ayeti kerimesinin ortasından başlanmaktadır. Biz ayetin tamamını buraya yazmak ve ayetin yarısına verdiği manadan ziyade ayeti bir bütün olarak ele almayı ve bu ayetin siyak sibakını da birlikte incelemeyi uygun gördük.

وَتَرَى الشَّمْسَ إِذَا طَلَعَت تَّزَاوَرُ عَن كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَإِذَا غَرَبَت تَّقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ فِي فَجْوَةٍ مِّنْهُ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ مَن يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِي وَمَن يُضْلِلْ فَلَن تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُّرْشِدًا

Ve tereş şemse iza taleat tezaveru an kehfihim zatel yemini ve iza garabet takrıduhum zateş şimali ve hum fi fecvetin minh, zalike min ayatillah, men yehdillahu fe huvel muhted, ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşida.(İlgili ayetimizden bir önceki ayeti ile mealini de vermek istiyoruz. Dileyen kardeşlerimiz için -ki mutlaka bakarsanız- çok iyi olacaktır.) Kehf Suresi 16 ve 17 ayetinin mealen de şu şekildedir.

(Orada bulunsaydın) onlar onun (mağaranın) geniş bir yerindeyken güneşi doğduğunda mağaranın sağına yönelirken, batarken de sol taraftan (onlara vurmadan) geçerken görürdün.1(Dipnot:Yüce Allah genç yiğitlerin sığındığı mağara hakkında bilgi sunmakta, Hz. Peygamber’in bu durumu gözünde canlandırması için bazı detaylar vermektedir. Bu bağlamda Güneş doğduğunda mağaranın sağ tarafından teğet geçtiği, batarken de sol tarafından adeta mağarayı yalayıp geçtiği bildirilmekte , o esnada gençlerin de mağaranın geniş bir yerinde bulunduğu beyan edilmektedir.) İşte bu, Allah’ın delillerindendir. Allah kime hidayet ederse işte o, doğru yola ulaştırılmıştır.2(Benzer mesajlar: Yûnus 10:108; İsrâ 17:15, 97; Zümer 39:41.) Kimi de saptırırsa (sapkınlığını onaylarsa) artık ona yol gösterecek herhangi bir dost asla bulamazsın. 3(Bu cümleler A‘râf 7:178, İsrâ 17:15 ve 97. ayetlerle birlikte okunmalıdır. Burada verilmek istenen mesajda, aslında hidayetin de sapkınlığın da insanların kendi tercihlerinin sonucu olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü Yüce Allah’ın hidayetini dilediği kişiler bunu hak edenlerdir; saptırdığı kişiler de sapkınlığını onayladığı kişilerdir.)

Ayet ve mealini verdiğimiz ilgili yerlerden sonra sohbeti anlatan ve ayetin yarısından başlayan Akademi Dergisi’ndeki kişi çıkardığı manayı ise şu şekilde beyan ediyor : ”İnsanları Allah’a götürecek olanlar , Allah’ın gönderdiği kullardır. Bunlar peygamberlerdir. Hz.Adem ile başlar, Efendimiz (a.s) ile son bulur. Peygamberler yaşadıkları hayat içerisinde o günkü insanların hem dünyalarına kefil olmuşlar hem de ahiretlerine kefil olmuşlar. Kim onlara uymuşsa dünyada kurtulmuş ahiretleri de kurtulmuş. Çünkü onlar hakikatten haber alırlar. O anlattıkları haberleri ümmete ondan geldiği gibi aktarırlar ve nasıl hareket edeceklerini onlar söyler. Onlar söyleyince insanlarda tabi olup hem dünyada kurtulur ve hem bu sayede ahirette kurtulur.” Şimdi buraya kadar söylenen sözleri kısa bir analiz edelim.

Analiz 1 İnsanları Allah’a götürecek olan kullar mıdır ? Bir kul olmadan insan Allah’a yönelemez mi ? Öncelikle sorularını bir soralım. Tabiki de yönelebilir. Peki neden öncelikli olarak cümleye böyle giriş yapılmakta!? (Zannımızca kullar demek ile burada bir kapı aralanmak istenmiş.) Allah Resulü peygamber olmadan önce de bir kul olarak insanları Allah’a mı götürüyordu? Kulların insanları Allah’a götürmesinden ne anlamalıyız? Tüm bu soruların cevabını kendi içinizde bir süreliğine tefekkür edin (düşünün) lütfen… Bizler de bu arada hidayet kelimesinin anlamını açıklayalım.

الهداية : Hidâyet (hüdâ, hedy) “doğru yola girmek, doğru yolu göstermek” mânasında masdar, “doğru yol, kılavuzluk” anlamında isim olarak kullanılır ve “amaca ulaştıracak yolu gösterme, bu yol için kılavuzluk etme” diye de tanımlanabilir (, “hdy” md.; Ebü’l-Bekā, s. 952-953).

Şimdi analizimize kaldığımız yerden devam edelim. Parçalı bir anlatım tarzı ile yazıyı yazıyoruz ki akılda kalıcılığı artsın ve aynı zamanda soru cevap yöntemi ile de araya bazı kavramların açıklamalarını yaparak anlatımımız hedefine ulaşsın,konuya hakimiyetiniz sağlansın. İnsanları Allah’a götürecek olanlar, bugünkü manada kullar değildir! Öyle olsa idi “40 sene boyunca Hz.Muhammed (a.s) bir kul olarak neden insanları Allah’a götürmedi?” kafa karıştırıcı sorusu beyinlerde yer edinirdi.

Peki insanları Allah’a ne götürebilir veya Allah’a gitmek ne demek? Buradaki anlatımı hem gerçek manası ile hem de sözlük manası ile yazacağız ki ne anlatan kişiye ne de bir başkasına haksızlık yapmayalım.

(FIKIH’da) Sâmî menşeli olduğu için İbrânî ve diğer akraba dillerde de görülen abd, Arapça’da bazı mâna farklılıklarıyla birlikte rakīk, rakabe, kın, memlûk, vasîf, milk-i yemîn ve sadece “kadın köle” mânasına câriye, eme kelimeleriyle de ifade edilmiştir. Kelimenin kökünü teşkil eden ibâdet ve ubûdiyyet mefhumunda “kulluk” ve “itaat” mânası vardır. Kulluk ve itaat Allah’a yapılıyorsa abd “hür insan”, kula itaat ediliyorsa “köle” mânasına gelir. Kur’an’da, bütün müslümanlarca “insanların en faziletlisi” kabul edilen Hz. Muhammed için, ayrıca diğer peygamberler, cinler, hatta melekler için abd kelimesi kullanılmıştır (bk. en-Nisâ 4/172; el-İsrâ 17/1). “Köle” mânasında kullanılan abd için, “Mümin bir köle, hür bir müşrikten daha iyidir” denilmekte, câriye için de aynı ifade kullanılmaktadır (bk. el-Bakara 2/221). Abd ve ibâd, Kur’an’da ve hadiste bütün insanlar, hatta bazan diğer varlıklar (bk. el-A‘râf 7/194) için kullanılıyorsa da daha çok “mümin” mânasına gelmektedir. Özellikle izâfet yoluyla Allah’a nisbet edilen abd ve ibâd kelimeleri, “O’na iman eden, kendisinin de sevdiği kullar” anlamını taşımaktadır (bk. , “ʿabd” md.; , “ʿabd” md.).

Bazı gerekli kavramların açıklamasını yaptıktan sonra, videoda yer alan kişinin kul kavramından kastı; 40 yaşından önce vahiy gelmeyen ve henüz peygamber olmayan Hz.Muhammed (a.s) mı yoksa vahiy geldikten sonra Allah Resülü olan Hz.Muhammed (a.s) mı? Biz bu kişinin 2. seçeneği tercih ettiğini ele alarak yazımıza devam edeceğiz. Aynı zamanda günümüzde kullanılan kul ile kul anlamına gelen abd kelimelerinin ayrımını da dikkate alacağız biiznillah.

Gelişigüzel olarak kullanılan ‘Kul’ kelimesinin sözlük manası ile beraber, Kuran ve sünnete uygun bir tanımla tanımlamak için ‘KUL’ kelimesine sadece “yaratılanlar” denilmesi son derece hatalı olabilir.

İnsanlara ‘Kul veya Kullar’ denmesi için ALLAH’ın ilkelerine yani Kuran ve Sünnete uyması gerekir. Ayrıca kul kelimesinden sonra kulluk ( ibadet ) manasının da geldiğini belirtmek isteriz. Kul ve kulluk kapsamını en güzel şekilde özetleyen ve hepimizin bildiği bir ayeti kerime ile de konumuzu delillendirmek isteriz. 

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُؕ 

Fatiha Suresi’nin 5. ayeti kerimesinde Rabbimiz mealen ‘(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.’buyurulmaktadır. Evrende veya her nerede olursa olsun asla bir başka ibadet ve kulluk edilecek Allah dışında bir varlık kabul edilemez.(Lütfen bu ayeti kerimenin ilgili kavramlarına dair tefsirlerini okuyup araştırınız.)

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذٖي خَلَقَكُمْ وَالَّذٖينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ 

Yukarıdaki ayeti kerimemiz de Bakara Suresi’nin 21. ayeti kerimesidir ve mealen de şöyle buyurulmaktadır:”Ey insanlar(Bütün İnsanlar sadece müslümanlar değil)! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki takvâya eresiniz.” (Lütfen bu ayeti kerimenin ilgili kavramlara dair tefsirlerini okuyup araştırınız.)

ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌ

Enam Suresi 102. ayetinde Rabbimiz mealen: “İşte size bu evsaf ile işaret olunan zâti a’lâdır. Allah rabbınız, başka tanrı yok. Ancak O, herşeyin Halık’ı. O halde O’na kulluk edin. Herşeye karşı dayanılacak vekil de O.’ buyurulmaktadır.

Burada Kul , Kulluk kavramlarını kısada olsa ayetlerden ile anlattıktık. Konu ile ilgili kuranda bir çok ayet daha olduğu gibi sadece Allah’a Kul olunması gerektiğini bildiren ayetler de mevcuttur.

Reddiyemizle ilgili videonun 1.45 saniyesine kadar olan sürede anlatılanlar her ne kadar ayetin yarısından ele alınarak başlanmış olsa da Akedemi Dergisi’nin, bizler Hüsn-ü Zanda bulunarak avam tabakasına hitabet ettiğini var sayarak, bu kavramların üzerine yoğunlaşmayıp ilgili yeri Allah Resul’üne tabii olunması ve tebliğ vazifelerini yerine getirmeye çalıştıkları şeklinde ele almaktayız.

Akademi Dergisi’ndeki ilgili videodaki sohbete Yusuf Suresi’nin 43. ayeti kerimesi ile devam edilmekte. Biz o ayetlerin tamamını ve mealini verelim:

وَقَالَ الْمَلِكُ اِنّ۪ٓي اَرٰى سَبْعَ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعَ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَاُخَرَ يَابِسَاتٍۜ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَأُ اَفْتُون۪ي ف۪ي رُءْيَايَ اِنْ كُنْتُمْ لِلرُّءْيَا تَعْبُرُونَ

Mealen:” Bir gün melik (hükümdar) dedi ki: “Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana bildirin.” buyurulmaktadır.

قَالُٓوا اَضْغَاثُ اَحْلَامٍۚ وَمَا نَحْنُ بِتَأْو۪يلِ الْاَحْلَامِ بِعَالِم۪ينَ

Dediler ki: “Rüya dediğin şey karmakarışık hayallerdir. Biz ise böyle karışık hayallerin yorumunu bilemeyiz.”(YUSUF 44)

وَقَالَ الَّذ۪ي نَجَا مِنْهُمَا وَادَّكَرَ بَعْدَ اُمَّةٍ اَنَا۬ اُنَبِّئُكُمْ بِتَأْو۪يلِه۪ فَاَرْسِلُونِ

O ikiden kurtulmuş olanı nice zamandan sonra hatırladı da dedi ki: “Ben size o rüyanın tabirini haber veririm, hemen beni gönderin.”(Yusuf45)

يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدّ۪يقُ اَفْتِنَا ف۪ي سَبْعِ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعِ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَاُخَرَ يَابِسَاتٍۙ لَعَلّ۪ٓي اَرْجِعُ اِلَى النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ

Yusuf 46 “Ey Yusuf, ey doğru sözlü! Bize şunu hallet: Yedi semiz ineği, yedi cılız inek yiyor. Ve yedi yeşil başakla diğer yedi kuru başak. Umarım ki, o insanlara doğru cevap ile dönerim, onlar da (senin kadrini) bilirler.”

قَالَ تَزْرَعُونَ سَبْعَ سِن۪ينَ دَاَباًۚ فَمَا حَصَدْتُمْ فَذَرُوهُ ف۪ي سُنْبُلِه۪ٓ اِلَّا قَل۪يلاً مِمَّا تَأْكُلُونَ

Dedi ki: “Yedi sene eskisi gibi ekeceksiniz, biçtiklerinizi başağında bırakınız, biraz yiyeceğinizden başka. “Yusuf 47

Her ne kadar Akademi Dergisi’nin ilgili viodesunu anlatan kişi “Kısa bir şekilde anlatacağım.” diye belirtmiş olup, ayetler arası geçiş yapsa da, bizler ayetleri; mealleri ve gerekli kavramların izahatiyle, biraz da kısa bilgilere de yer vererek anlatmak istedik.

Reddiyemizi yazarken ilgili videodan kırpma yapmadığımızı doğru olan yerlere doğru, hatalı olan yerlere hatalı dediğimiz gibi, bu çalışmalarımızda hassas olduğumuzu ve tek taraflı, insanlara kindarlık yapmayan bir tutum içinde olduğumuzu da ifade ederiz. İlgili videoda buraya kadarki anlatımın uygun olduğunu, olumsuz eleştirdiğimiz bir yer olmadığını belirtelim.

4 dakika 20 saniyeden sonra ilgili videoya dair olumsuz eleştirileri yapacağız(ne yazık ki) ve reddiyemizi temellendireceğiz inşaAllah.

Şimdi ilgili videoda vaaz veren şahış şu cümleleri beyan etmektedir : “Peygamberimiz buyurur ki “Her 100 senenin başında benim ümmetime bir müceddid (dini yenileyen ama peygamber olmayan, peygamber varisi -Ebu Davud hadisi Orjinal hadis metni aşağıdadır.),her 100 senenin başında dini tecdid edecek onu yaşama yollarını ve usullerini anlatacak Allah evliyalarının varisi resül diyoruz. Onları gönderecek ümmetimin evliyaları İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.”  “Alimler peygamberlerin varisleridir.” diye işaret edilen şahsiyet bu şahsiyetlerdir , vel asri asra yemin olsun manalarından da bir tanesi…manasının bir taneside bu zevatı kerama işaret eder kardeşlerim. (4:20 ile 5:27 yani ortalama 1 buçuk dakikalık dakikalık sürede söylemiş olduğu bu sözler, doğru yolun üzerine uydurma bir kapı açmaktadır. Bu söylenenlerin sadece Akademi Dergisi’nde değil, tarikat mensubu kişilerin, hatta bazı Süleymancı/ Süleymanlıların da ballandırarak anlattığı ve aralarında bu konuda birbirleriyle didiştikleri de maalesef bilinen gerçekler arasındadır.)

Ebu Davud Hadis ve Bu konudaki Yorumlar ve Meseleler

Ebû Dâvûd’un Sünen’inde şöyle bir hadis rivayeti bulunmaktadır:“Ebû Alkame; “Bildiğime göre, Ebu Hureyre radıyallahu anh, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti” dedi: “Allah, her yüzyılın başında bu ümmet için dinini yenileyecek birini (müceddid) gönderir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 1)

Hadis zayıftır. Ravilerinden Ebû Alkame, “Bildiğime göre Ebu Hureyre bu hadisi Resulullâh’tan rivayet etmiştir” diyor. Demek ki o bundan emin değildir.

Bu hadisi şerif diye nitelendirlen olaya bir tek yerde geçtiği için öncelikli olarak kuvvetli bir delil gibi ele alınması son derece hatalıdır. Kaynaklarda bir tanede olsa bizler hadis geçersizdir veya kabul edilemez de demeden hadis diye nitelendirilen rivayeti ve bu konu üzerinden yapılan suistimelleri insanlarımıza anlatmak zorundayız.

Kimi alimlerce hüsnü zanda bulunularak kabul edilmiş , kimi alimlerce de kabul edilmemiş ve her dönem tartışma konusu olmuş bu konu ile ilgili öncelikli olarak Süleymanlı Haber olarak bu rivayeti kabul ettiğimizi ama dinin temeli ve imani bir mesele olmadığını beyan ederiz. Bununla birlikte anlaşılması gereken esas mananın Akademi Dergisi’ndeki veya cemaatlerin anlattığı gibi “Hadi, bu senenin müceddin bu benim şeyhim veya falanca filanca….. buna tabii ol!” şeklinde olan algıya hiçbir şekilde katılmamaktayız.

Bizlere aktarılan “Allah,her yüzyılın başında bu ümmet için dinini yenileyecek birini (müceddid) gönderir.” rivayetini olduğu gibi direkt olarak ele alacak olursak, lafız ve mana yönünden okunduğu gibi anlatımla anlatılır ve bugün cemaatlerin ve tarikatların söylemleri gibi ele alınırsa, büyük sıkıntılar ortaya çıkacak ve Kuran’a aykırı bir durumun meydana gelmesi söz konusu olacaktır. Söylediklerimiz daha iyi anlatmak için yine sizlere bazı ayetler ile örnekler vermek istiyoruz.(Bu yazı ve satırlar tamamen Süleymanlı Haber’e aittir.)

(Bizler Akademi Dergisi’nde verilen sohbet videosundaki gibi ayetlerin yarıları alınmış şekilde yaklaşımda bulunmayacağımızı bildirdiğimiz ve ayetleri tam manada ele alacağız. Bu bağlamda ayetler uzun gelebilir belki ama şunu da eklemek istiyoruz; dilerseniz Maide Suresi’nin 3.ayeti ve onun devamında yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ilgili ayetlere geçelim.)

حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزٖيرِ وَمَٓا اُهِلَّ لِغَيْرِ اللّٰهِ بِهٖ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطٖيحَةُ وَمَٓا اَكَلَ السَّبُعُ اِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَاَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْاَزْلَامِؕ ذٰلِكُمْ فِسْقٌؕ اَلْيَوْمَ يَـئِسَ الَّذٖينَ كَفَرُوا مِنْ دٖينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِؕ اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتٖي وَرَضٖيتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ دٖيناًؕ فَمَنِ اضْطُرَّ فٖي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِاِثْمٍۙ فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ 

İlgili ayetin meali şu şekildedir: Murdar hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilmiş, boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanarak öldürülmüş hayvanlarla -henüz canı çıkmadan yetişip kestiklerinizin dışında- yırtıcıların yediği hayvanlar, dikili taşlar önünde (sunaklarda) boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla paylaşmanız size haram kılındı.

Çünkü bunlar doğru yoldan sapmaktır. Bugün, kâfirler dininize karşı (mücadelede) ümitlerini yitirmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim. Kim açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, günah sınırına varmaksızın yiyebilir. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.(Maide Suresi 3.ayeti)

Yüce Rabbimiz ,yukarıda kırmızı ile belirttiğimiz yerlerde, dinimizi tamamladığını belirtmekte ve Yüce Allah son Peygamber Hz. Muhammed’e(a.s) insanlığın muhtaç olduğu itikadî ve amelî ilkelerin en mükemmellerini içeren Kur-an’ı Kerîm’i indirmek suretiyle ilk peygamber Hz. Âdem’den beri insanlığa göndermiş olduğu ve kendi katında İslâm diye isimlendirdiği dini (Âl-i İmrân 3/19, 85), kıyamete kadar farklı iklim ve coğrafyalarda yaşayan muhtelif cemiyetlerin düşünce, hayat ve medeniyet alanındaki ihtiyaçlarını karşılayacak bir nitelikte ve mahiyette olmak üzere kemale erdirmiş; bu dinde insanî sorunların çözümü için ana ilkeleri koymuş, ayrıntılar ve ortaya çıkacak yeni sorunların çözümü için de genel prensipleri çerçevesinde ictihad yolunu açık tutmuştur. Öte yandan “Müslümanlar Mekke’yi fethederek Beytullah’ı rahatça tavaf etme imkânını kazanmışlar ve bu sayede giderek gelişen bir siyasî, sosyal ve ekonomik güç haline gelmişlerdir.” şeklinde de bu ayetin genel tefsiri yapılmakla birlikte ictihad yapabilmenin sınırları da belirtilmiştir.

Ayetin devamı İbn Kesir ve Muhammed Hamdi Yazır’ın kaynaklarında (Her ne kadar Süleymanlılar bu kaynakları reddedip, sadece Ruhul Furkan İşari (tasavvufi tefsirleri okusalar da) şu şekilde izah edilmektedir:

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim.” meâlindeki bölümün Vedâ Haccı’nda nâzil olduğuna dair rivayetler olsa da bunun yanı sıra (bk. İbn Kesîr, III, 23), bu âyetin parça parça değil, bütün olarak, Vedâ Haccı’ndan uzun zaman önce, bayram arefesine rastlayan bir Cuma gününde inmiş olabileceği kanaatini taşıyanlar da vardır. Bu görüşü savunan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklaması şöyledir (II, 462 vd.):” Bu rivayete bakılırsa bu cümle, âyetten ayrı olarak inmiş, sonradan âyetin içine konmuştur. Eğer bu cümle âyetle beraber inmemiş ise, bunun, haram kılınan etleri anlatan âyetin içine konmasını gerektirecek bir şey yoktur. Kanaatimize göre parça parça değil bütün olarak inen bu âyetin, kendinden önceki iki âyetle sıkı bağlantısı vardır. Üstteki âyette “Size bildirilecek olanlar dışındaki hayvanlar” meâlindeki (illâ mâ yütlâ aleyküm) cümlesiyle haram olan hayvanların okunup açıklanacağı belirtilmiş, hemen ardından da haram olan hayvanlar açıklanmıştır. Bunlar açıklandıktan sonra da bu emirlerle ve yasaklarla dinin tamamlandığı, Allah’ın tamamladığı dine uyulmasının gereği vurgulanmıştır. Ateş’e göre Hz. Peygamber Vedâ haccında ashabına hitap ederken dinin güçlenip tamamlandığını, artık kâfirlerden korkulmaması gerektiğini vurgulamak için bu âyeti okumuş, daha önce bu âyetten haberdar olmayan müslümanlar, âyetin Vedâ Haccı’nda indiğini sanmışlardır.”

Mevdûdî ise (I, 402 vd.) sûrenin nazmından hareketle, bu bölüm sûrenin örgüsü içinde bulunmadığı takdirde eksik kalacağı kanaatine vararak hicretin 6. yılında diğer bölümle birlikte indiğini söyler. Ona göre indiği zaman bu ifadenin gerçek anlamı kavranamamış, bu sebeple bütün Arap yarımadasının itaat altına alındığı ve İslâm’ın gücünün doruğa ulaştığı hicretin 10. yılında Vedâ Haccı’nda yeri gelmişken ilân edilmek üzere yeniden nâzil olmuştur. Dolayısıyla âyetin Vedâ Haccı’nda indiğine dair rivayetler de sahihtir (din ve İslâm hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/19). (Not:Bu alıntıladığımız bölümde reddiyemizin ana hatları ve ayet kümeleri henüz belirmemiş iken, Rabbim razı olsun, Mevdudi bizden önce vereceğimiz Âl-i İmrân 3/19 ayetinden de bahsetmeyi ihmal etmemiş.Belki de hepiniz ilgili ayetleri bilmektesiniz ama biz yine de ilgili ayetler kümesinde Âl-i İmrân 3/19 ayetini es geçmeyelim yazımıza ekleyelim.

اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُࣞ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذٖينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْؕ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَرٖيعُ الْحِسَابِ

Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur. (Âl-i İmrân 3/19) bu ayeti kerimede diğerleri gibi mükemmel olmakla birlikte Rabbimiz biz yarattığı insanı herşeyi ile o mükemmel bilmekte bu hususlarda mevcut tüm hususları bizi insanlar bildirmiştir.

Bu âyeti kerimeyle ilgili ek olarak Elmalı’nın özet tefsirini vermek isteriz:

Sözlükte din “gerek ödül gerekse ceza şeklindeki karşılık” anlamında olup, tâbi ile (uyan) kudret sahibi metbû (uyulan) arasındaki ilişkiyi ifade eder. Terim olarak dinin çeşitli tanımları yapılmıştır. Batılı bilim adamlarıyla müslüman bilginlerin din tarifleri arasında bazı temel farklılıklar bulunmaktadır. Yine, dinin kaynağı ve ilk ortaya çıkış biçimi konusunda bu iki muhitte önemli görüş ayrılıkları vardır.

İslâmî anlayışa göre din, kısaca kişinin yaratılış amacına uygun bir hayat sürebilmesi ve bu amacı belirli bir disiplin içinde gerçekleştirebilmesi için kendisine yol gösteren kurallar bütününü ifade eder. Din bir tarafın kutsal buyruk ve egemenliğine diğer tarafın uyum ve bağlılığına dayalı ilişkileri düzenleyen bir kurum olmakla beraber, bu âyet-i kerîmeden, Kur’an’a göre Allah katında dinin ve dindarlığın değer taşımasının iradî bir teslimiyet üzerine kurulu olması şartına bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Bir başka anlatımla İslâmî telakkiye göre din, akıl sahiplerini kendi istek ve iradeleriyle hayra ve mutluluğa yönlendiren bir kurum, beşerin kendi seçimine dayalı fiillerini düzenleyen ilâhî bir kanundur (ayrıca bk. Bakara 2 /132, 256).

Kur’an-ı Kerîm’de İslâm kelimesinin geçtiği ilk yer bu âyettir. İslâm’ın sözlük anlamı, “bağlanmak, itaat etmek, teslim olmak, esenlik ve barış içinde olmak”tır. Terim olarak İslâm “Hz. Muhammed’in din adına bildirdiklerinin tamamını bütün varlığıyla benimsemek ve bunu ortaya koyan bir teslimiyet içinde olmak” demektir. Hz. Peygamber’in getirdiği hak dinin adı da İslâm’dır. Yine İslâm, Arapça’da bu dine girmeyi ifade eden bir masdardır. İslâm dininin mensubu olan kişi Arapça’da müslim, Farsça’da müselmân kelimesiyle ifade edilir. Türkçe’de bu din için İslâmiyet ve Müslümanlık, bu dinin mensubu için de müslüman kelimeleri kullanılır.

İslâm kelimesinin sözlük anlamıyla terim anlamı arasında güçlü bir alâka vardır. İslâmî anlayışa göre din, irade ve akıl sahibi varlıklar arasında uyuşmazlıkları ve çekişmeleri önleyip uzlaşma sağlayan bir kanundur. Din sadece insanlar arasında değil insanlarla Allah arasında da bir mutabakatı ifade eder. Böylece yaratanın iradesiyle yaratılmışların iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur (Elmalılı, II, 1062-1063).

Bütün ilâhî dinler Allah’ın birliği esasına dayalı olduğu için, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm dini ile diğer peygamberlerin getirdiği dinler temelde birleşirler. Bununla beraber müslüman bilginlerin bir kısmına göre İslâm dini ve İslâm ümmeti tabirleri sadece Hz. Muhammed’in getirdiği din ve onun mensupları için kullanılabilir. İslâmiyet önceki hak dinlerle temelde uyuşsa bile, bu dinin kendine ait özellikleri ve mensubu olan ümmete özgü hükümleri vardır. Diğer bir grup müslüman bilgine göre ise, önceki ilâhî menşeli dinlerin de İslâm olarak anılması mümkündür. Onlara göre Kur’an-ı Kerîm’de bu anlayışı destekleyen birçok âyet vardır: Hz. Îsâ’nın havârilerinin cevabının “Şahit ol ki bizler müslümanlarız” (Âl-i İmrân 3/52) şeklinde ifade edilmesi, Hz. İbrâhim hakkında “O hanîf bir müslümandı” (Âl-i İmrân 3/67) buyurulması, yine “O size daha önce de bunda da ‘müslümanlar’ adını verdi” (Hac 22/78) şeklinde genel bir nitelendirilmeye yer verilmesi bunlara örnektir. Karşı görüş sahiplerine göre ise bu tür nitelendirmeler peygamberlerle alâkalıdır.

Kanaatimize göre Kur’an-ı Kerîm dışındaki ilâhî kitaplarda o kitaba tâbi olacaklar için bir din adı konmadığı, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi isimlendirmelerin daha sonra ortaya çıktığı ve bunların o peygamberin tâbilerine sonradan verilen adlar olduğu dikkate alınırsa “Doğrusu Allah katında din İslâm’dır” ifadesinin anlamı daha iyi anlaşılır. Her ne kadar Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin kendine özgü hükümleri varsa da, Kur’an’da bu kitabın önceki peygamberlerin getirdiklerini onaylama özelliği üzerinde ısrarla durulması, onların bildirdiklerinin de temelde İslâm dairesi içinde olduğunu, ancak ilâhî hikmet gereği bu öğretilerin en mükemmel şekline Hz. Muhammed’in gönderilmesi ile ulaşıldığını (bk. Mâide 5/3) gösterir. Şu halde yüce Allah’ın hoşnutluğunu elde etmenin yegâne yolu O’nun bildirdiklerine bütünüyle inanmaktır. Buna göre olgudan hareketle ve belirli kesimleri ifade için başka din isimlerinden söz edilebilirse de, nihaî hedef gerçeği arayanların Allah Teâlâ’nın razı olduğu çerçevede buluşmalarıdır ve ilâhî bildirimler için geçerli olan bu sürecin insanlığın aklına ve vicdanına yansıması kaçınılmazdır. İslâm bilginleri bu anlayışı “ümmet-i icâbet” ve “ümmet-i dâvet” şeklinde kavramlaştırmışlardır; bunlardan birincisi Hz. Muhammed’in bildirdiklerine bilfiil ve açık biçimde tâbi olma iradesini ortaya koyanları, ikincisi ise henüz bu düzeyde olmayan fakat işaret edilen yansıma süreci içinde bulunan potansiyel kitleyi ifade etmektedir. Bu itibarla “Mûsevîlik” ve “Îsevîlik” gibi isimlendirmelere kıyasla bazı Batılı yazarların İslâmiyet’i “Muhammedîlik” şeklinde sınırlayıcı bir adla anmaları isabetli değildir; zira bu hem gerçeği yansıtmaktan uzaktır, hem de sözü edilen iletişimi ve kaynaşmayı önleyici niteliktedir.

Âyeti nihaî hedef açısından bu şekilde anlamak, nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsun Allah’a şirk koşmaktan uzak durabilmiş ve davranışlarına bu inanca uygun biçimde yön verebilmiş herkesin Kur’an’ın telakkisine göre “müslüman” olarak nitelenmesi gerektiği teziyle (bk. M. Reşîd Rızâ, III, 257-258) çatışmaz. Gerçekten birçok âyette insanların âhiretteki kurtuluşları konusunda bu ölçütün esas alındığı görülmektedir (bk. Bakara 2/62; Âl-i İmrân 3/64).

Geniş anlamıyla İslâm (müslüman olma) hem kalp hem dil hem de davranışlarla teslimiyeti ifade eder. Bunlar içinde en önemli ve değerli olan teslimiyet kalple olanıdır. Kur’an’da İslâm kelimesinin, iman düzeyine ulaşmamış teslimiyeti ifade etmek üzere kullanıldığı da görülür (bk. Hucurât 49/14, 17).

“Kendilerine kitap verilenler” ifadesi genellikle Ehl-i kitap tabirinin içeriğine göre anlaşılmıştır (bu konuda bk. 64. âyetin tefsiri). İlim kelimesi ise “vahiy ve apaçık deliller” şeklinde açıklanmıştır. Âyette Ehl-i kitabın ancak ilim geldikten sonra ihtilâfa düştüğünün ifade edilmesi, kendilerine yeterince açık ilâhî bildirim yapıldığı ve bu açıdan hiçbir mazeretleri bulunmadığı halde, sırf kendi kusurları sebebiyle, çıkar düşüncesi ve beşerî tutkular uğruna ayrılığa düştüklerini ve çatışmaya girdiklerini belirtmek içindir. “Aralarındaki hak tanımazlık yüzünden” şeklindeki gerekçeden hareketle, burada kastedilenlerin yahudiler veya hıristiyanlar yahut her ikisi olduğuna dair açıklamalar yapılmıştır. Tarihî bilgilerin ışığında, burada, ilâhî vahye muhatap toplumların vahyin sağladığı aydınlığı değerlendirip barış ve uygarlık yolunda ilerlemek yerine kişisel ihtiraslarla aklıselimi dışlamalarının, özellikle çıkar çatışmaları üzerine temellenen dinî fırkalara ayrılmalarının eleştirildiği söylenebilir. Bu uyarıya rağmen Kur’an’a inananların aynı hatayı tekrar etmeleri, ilâhî mesajı beşeriyete en güzel biçimde ulaştırma misyonunu yerine getirebilmelerinde ve medeniyet yarışında lâyık oldukları yeri almalarında önemli bir engel oluşturmuştur (krş. Bakara 2/213; Beyyine 98/4; ümmî kelimesinin anlamı için bk. A‘râf 7/157-158). (Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 522-525)

İlgili ayet kümelerinden kısa bir giriş yaptıktan sonra ‘Ebû Dâvûd’un Sünen’inde şöyle bir hadis rivayeti bulunmaktadır:“Ebû Alkame; “Bildiğime göre, Ebu Hureyre radıyallahu anh, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti” dedi: “Allah, her yüzyılın başında bu ümmet için dinini yenileyecek birini (müceddid) gönderir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 1)’ İlgili ayet, ayetlerin meallerine ve yer yer tefsirlerine gereğince değindikten sonra konumuzla ilgili olan ‘Ebû Dâvûd’un Sünen’inde rivayet edilen “Ebû Alkame; “Bildiğime göre, Ebu Hureyre radıyallahu anh, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti” dedi: “Allah, her yüzyılın başında bu ümmet için dinini yenileyecek birini (müceddid) gönderir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 1)’ hadisinde geçen kavramları İslam alimlerinin nasıl tanımladığına da hep birlikte bakalım.

Yukarıda kendi görüşlerimizi kısa beyan ettikten sonra ilgili kavramlara islam alimleri nasıl tanımlar vermiş birazda onlardan bahsedelim.

Sözlükte “yenilemek, yeni bir yol açmak” anlamındaki tecdîd, bir işi ya da bir şeyi ciddiyetle ve bir yöntemle yeniden ve aslına uygun biçimde yenileme faaliyetini ifade eder. Tecdidi gerçekleştiren kimseye müceddid denir. İhyâ kelimesi benzer anlamda kullanılmakla birlikte tecdid kadar yaygınlık kazanmamıştır. Tecdid, İslâm’da içine şüphe veya fesat karıştığından yenileme ihtiyacı duyulan abdest (tecdîd-i vudû’), nikâh (tecdîd-i nikâh) ve akîde (tecdîd-i îman) hakkında kullanılmıştır. Ancak dinî yapının bütünüyle ilgili kullanımı özellikle son iki asırda ön plana çıktığından dinin yenilenmesi veya dinde tecdid tabirleri üzerinden içerik ve anlam kazanmıştır. Buna göre dinin tecdidi, “dinde değişiklik yapılarak bazı unsurların çıkarılıp yeni bazı unsurların eklenmesi şeklinde dinin yeniden tanımlanması” (reform) anlamında olmayıp “zaman içerisinde zayıflayan dinle irtibatın yeniden güçlendirilmesi” demektir (Karaman, s. 584; Ertürk, X/1-3 [1997], s. 129-130).

Abdest, nikâh ve imanın tecdidi ifadesi de bunlara yeni bir tanım getirmeyip sıhhatleri konusunda şüphe uyandıran bir durumun ortadan kaldırılması şeklinde anlaşılmış ve uygulanmıştır. Nitekim “tecdîdü İbrâhîm li-binâi’l-Kâ‘be” ifadesi Kâbe’nin yıkıldıktan sonra eski yerinde ve aslına uygun biçimde yeniden inşasını anlatır.

Buna göre yenileme dinin kendisinde değil insanların dinle irtibatı noktasında kavranmış, zaman içerisinde dinle dindarlar arasında ortaya çıkan gevşemenin aşılarak dinle irtibatın yeniden güçlendirilmesi için kullanılmıştır.

Evet kıymetli okuyucularımız buradaki yenilik sıfırdan veya kafadan bazı hükümlerin getirilmesi değil, Kuran ve sünnet esasına bağlı kalınarak söylem dilinin ve dinin hayatımızın merkezinde olmasıdır. Akademi Dergisi bu merkez hususunda videonun ilerleyen zaman diliminde bahsetmiş, o merkezin kendi şeyhleri olduğuna üstü kapalı vurgu yapmıştır. Ama o merkez Kuran ve sünnettir; sonradan eklenen bi’dat diye nitelendirdiğimiz şeyler değildir.

Konumuzla ilgili diğer kavramlar ve İslâm alimlerinin açıklamalarına devam edelim…

Tecdid, hem ilgili olduğu rivayetler hem terimin muhtevasının tayininde tutulan yol bakımından İslâm toplumunda ilmin ve ulemânın konumunu dile getiren önemli bir terimdir ve zaman içerisinde ortaya sorunların çıkacağını, bu sorunların tecdid sürecinde ehil kimseler tarafından çözülebileceğini ifade etmektedir. Bu tavır Hz. Muhammed’in son peygamber, İslâm’ın son din ve Kur’an’ın son kitap olmasıyla doğrudan alâkalıdır; çünkü artık yeni bir peygamber, din ve kitap/vahiy gelmeyeceğine göre bu durum mevcudun yeterli görülmesini, ancak bunun etkin varlığının zaman içinde zaafa uğraması ihtimalinin bulunduğunun farkına varılmasını ifade etmektedir. Bu sebeple yenileme düşüncesi başından itibaren İslâm toplumu ve düşüncesinde meşrû ve gerekli görülmüştür.

Bir hadiste, “Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinlerinde yenileme yapacak (yüceddidü) birini gönderir” denilmiş (Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 1), bu hadis hem klasik hem çağdaş âlimler tarafından tekrar edilmiştir. Tecdid kelimesinin bugünkü anlamını kazanmasında bu hadisin tayin edici bir rolü olmuştur (hadisin sıhhatiyle ilgili değerlendirmeler için bk. Adnân M. Emâme, s. 51-54; Landau-Tasseron, LXX [1989], s. 96 vd.; Ertürk, X/1-3 [1997], s. 126-128). Hadisteki “yüceddidü” fiilinin anlamı çeşitli alanlarla irtibatlı olarak farklılaşmakla birlikte buradaki “dini yenileme” tabiri tarihî süreçte müslümanların hayatında önemli bir yer edinmiş, insanların kendilerine bu itibarı kazandıran fiilleri dikkate alınarak anlaşılmıştır. Bu sebeple tecdidin anlam tarihi İslâm toplumunun yaşadığı süreçle doğrudan ilişkili olup terimin ne mânaya geldiğinin bu süreçten soyutlanarak belirlenmesi mümkün değildir. Tecdid kavramının muhtevası İslâm toplumunun tarihte yaşadığı, dinle irtibatın zayıflamasına işaret eden gelişmelere bağlı olmuştur. Bu sebeple konusu ve içeriği, tarih içindeki zayıflama ve gevşemenin aşılarak aslî dindarlığın veya dinin aslına uygunluk içinde etkinliğinin yeniden sağlanmasıyla alâkalıdır (İbnü’l-Esîr, XII, 218-223; Sübkî, I, 199-203; Süyûtî, et-Tenbiʾe, s. 114-116; Münâvî, I, 10-13). 

Müceddid ve tecdidle ilgili talep ve müzakereler müslümanların kendilerini rahat hissetmedikleri zamanlarda daha fazla dile getirilmiş ve daha fazla etkin olmuştur. Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu, ülkede istikrar ve refahın yaygın bulunduğu dönemlerde tecdid konusunun bir mesele haline gelmemesi bu yönden önem taşır. Nitekim meseleler ait oldukları ilmin mesâili içinde ele alınıp halledilince tecdid düşüncesinde hissedilen bütüne yönelik gayret gereksiz kalmaktadır. Toplumlarda özellikle kurumlar ve kurallarla ilgili alanlarda tecdid yerine daha çok “nizâm-ı kadîm”in ıslahı gibi bir çalışmanın yaygın olduğu görülür; ancak bu durum yenilenme düşüncesinin bulunmadığı anlamına gelmez. Yenilenme genellikle ıslah ve bozulan nizamın yenilenmesi şeklinde düşünülmekte ve bu da dar anlamıyla siyasal ve kurumsal olarak düşünülmektedir. Buna karşılık Rus istilâsına uğramış Kazan gibi bölgelerde, İngiliz işgalinin görüldüğü Hindistan’da (Şah Veliyyullah ve Hâlid el-Bağdâdî) ve istilâya mâruz kalan Afrika’nın iç ve orta bölgelerinde (Osman b. Fûdî) müceddidlerin yetiştiği ve tecdid fikrinin canlı tutulduğu takip edilebilir. Osmanlı topraklarında tecdid ve müceddidle ilgili tartışmaların daha çok Mısır ve Kuzey Afrika gibi bölgelerde ön plana çıkması (Cemâleddîn-i Efgānî ve Muhammed Abduh), merkezdeki tartışmaların ise XX. yüzyılın ilk çeyreğinde ciddi biçimde başlaması, bütüne yönelik meselenin halledilmesinin hayli zor olduğu durumlarla doğrudan alâkalı bulunduğunu göstermektedir.

Bu hususta ilk müstakil eseri telif eden Süyûtî başta olmak üzere ondan önce Gazzâlî, daha sonra İmâm-ı Rabbânî, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Elmalılı Muhammed Hamdi, Said Nursi ve Mevdûdî gibi müelliflerin yazılarındaki tahliller ve yorumlar bu yönden dikkat çekicidir. Fakat tecdidin gerçekleşip gerçekleşmediği ve bunu kimlerin gerçekleştirdiği yönündeki soruların cevabını, iddia sahibi âlimler değil onların yöneldiği insanlar ve o insanların hayatındaki değişimi kavrayan sonraki nesiller vermektedir. Bu çerçevede hem tecdid hadisinin şöhret kazanmasında hem tecdid kelimesinin zaman içerisinde kavramsallaşmasında hem de bu alanda ortaya çıkan literatürde tarihî sürecin doğrudan ve belirleyici etkisi görülür.

Müceddid hadisinde yer alan “men” (kim ki), “yüceddidü lehâ dînehâ” ve “’alâ re’si külli mieti sene” unsurları muhtelif şekillerde anlaşılmıştır. Arapça’da “men”in hem tekil hem çoğul için kullanılması bir taraftan tecdidi gerçekleştirenin tek kişi mi, birden fazla kişi mi, hatta bunun hakiki şahıs mı yoksa hükmî şahıs mı olduğu gibi soruların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Diğer taraftan “dinin tecdidi” ifadesi de türlü biçimlerde anlaşılmıştır. Burada görevin sadece ilmî olduğunu vurgulayanlar bulunduğu gibi (meselâ Mecdüddin İbnü’l-Esîr, Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tâceddin es-Sübkî, Süyûtî) tamamen siyasî olduğunu ifade ederek bu misyonu devlet adamlarına yükleyen bir görüş de vardır (Seyyid Şerîf el-Cürcânî). Hadiste bid‘atlara karşı mücadele etmenin ve sünnetin ihyasının kastedildiğini (Şah Veliyyullah, Murtaza ez-Zebîdî gibi), tecdidin din ve ilim alanıyla sınırlı olmayıp her yönüyle hayatı konu edinmesi gerektiğini (Muhammed Abduh – Reşîd Rızâ, Mevdûdî) söyleyenler de görülmüştür. İbnü’l-Esîr’in her dönemde siyasî bir liderle mezheplerden en az birer âlimi müceddid diye nitelendirmesi önem arzetmektedir. İmâm-ı Rabbânî’nin din alanında bid‘atları tamamen reddetmekle birlikte dinî ilimlere ve özellikle fıkha tayin edici bir önem vermesi onun tecdid faaliyetinde aşamalı bir düşünce ve yöntem tercih ettiğini göstermektedir. Tecdid hadisiyle ilgili diğer bir tartışma “re’si külli mieti sene” ibaresiyle alâkalıdır. Bu ibare üç ayrı mesele ortaya çıkarmaktadır. İlki re’s kelimesinin hem “baş” hem “son” anlamında kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Yaygın biçimde bu tabir “yüzyılın başı” diye anlaşılmış, bu sebeple birçok âlim önemli işler başarmalarına rağmen asrın ortalarında vefat ettikleri için müceddid sayılmamıştır. Ancak zamanla çok sayıda âlim ve hareket adamı asrın ortalarında yaşamakla birlikte müceddid olarak nitelendirilmiştir. İkinci mesele yüzyıl hesaplanırken neyin başlangıç kabul edileceğidir. Burada çeşitli ihtimaller bulunmakla birlikte en önemlileri hicret, bi‘set ve Hz. Peygamber’in irtihalidir. Tecdid konusunda yazı yazanların çoğu hicreti esas almış, ancak diğer ihtimalleri de göz ardı etmemiştir. Üçüncü mesele müceddidin tecdid faaliyetinin mi yoksa vefat tarihinin mi dikkate alınacağıyla ilgili olup burada da vefat tarihi ağırlık kazanmıştır (Ertürk, X/1-3 [1997], s. 129-135; Algar, “Yüzyılın Müceddidi”, s. 12-15).

Bu konu ile ilgili daha birçok kavram mevcuttur. Dilerseniz Diyanet İşleri Ansiklopedisi’nden ilgili yerleri okuyabilirsiniz. Tüm bunlardan hareketle anlıyoruz ki Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) veya herhangi başka bir alim olmasa da İslam dini var olacaktır.

İlgili videonun 4:20 ile 5:27 zaman dilimi arasında dile getirilen birinci rivayeti etraflıca ele aldık. Sırada, videonun devamında ‘Evladı Resul’ kavramı kullanılarak, şahsiyetleri kutsama çabasına girilen bölümü de bilhassa kavramları incelikleriyle ele alacağız inşAllah.

Varisi Rasül Kimdir ?

Akademi Dergisi’nin ilgili videosunda kullanılan Ebu Davud’un zayıf hadis rivayetinden sonra üstüne bir de “Varisi Resul gönderdi.” şeklinde bir ifade kullanılmış. Buna delil olarak da  “Ümmetimin alimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” diye uydurma, sözde hadisi şerif (!) dillendirilmiş. Bununla ilgili olarak öncelikle Allame İbn Hacer(rah)’ın “Varis kimdir?” sorusuna kısaca cevap veren, Süleymancıların ve diğer tasavvuf ehlinin de kabul ettiği, kendi kaynaklarından bir kaç bilgi aktaralım.

“Varis, varis olduğu kimsenin makamını ayakta tutan zattır. Dolayısıyla bu makamı temsil etme ve kendisine itaat edilme yönüyle onunla aynı hükümdedir.”(İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 1/216 (Beyrut, 1993).)

Kaynaklar tarandığında hep bir suistimal kapısı açık olmuş , varislik üzerinden itaat edilme yönünde, varisin sözünden çıkılmaması yönünde yeni bir makamı oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu da Peygamberimiz (a.s) üzerinden desteklettirilip , sahte , uydurma , sahih olmayan rivayetlerle; sünnet adı altında insanın insana kulluk yapmasını tembihleyici niteliklikte yapılmıştır.

O kadar sinsi bir şekilde İslam dininin altı oyulmakta ki Varisi Resul ünvanı verilerek kişi ve lidere itaat ettirmenin en kestirme yolu oluşturulmuş. Oysa ki Süleymanlı Haber olarak Varisi Resul’ün, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (a.s)’nın bize bıraktığı Kuran ve sünnet nimetine sımsıkı sarılmak olduğunu bilmekte ve savunmaktayız.

Peki neden itaat noktasında peygambere itaatle aynı hükümde bir makam atfediliyor veya birilerine böylesine asılsız bir makam verilmekle ne amaçlanıyor? Halbuki Allah ve Resulü’ne itaat etmek ile kendilerine Varisi Resul denilen kişilere itaat asla ve asla bir değildir. Birçok kaynakta bu konuyla ilgili o kadar sapmalar var ki konuyla ilgili yeni bir başlık açsak ancak o zaman tam anlamıyla, yeterince, ifade edebiliriz.

Konuyu uzattigimizi düşünmüş olabilirsiniz fakat videonun 4:20 ile 5:27 zaman filimi arasında söylenen sözlerin neresini tutarsak elimizde kalıyor, bambaşka bir din anlatılırcasına sapkın ifadeler kullanılıyor. Dolayısıyla böylesi birşey kabul edilemez! Bunun içindir ki tüm kavramları detayıyla ele almakta , uzun olmasına rağmen yazımızı hakkıyla tamamlamaya gayret etmekteyiz. “Ümmetimin alimleri, İsrâiloğulları’nın peygamberleri gibidir.” diye hadis olarak anlatılan , aslı astarı olmayan rivayeti güya bazı alimlerin kabul ettiği bildirilmektedir!

Birincisi; alimler peygamberler gibi olamaz. Peygamberleri bizzat terbiye eden Allah(c.c)’tır ve onlar Allah tarafından seçilmiş özel insanlardır.

İkincisi; Peygamberler sadece israilogullarına değil, yeryüzünde bulunan tüm insanlığa gelmiştir.

Son zamanlarda “Musa (a.s) yahudilerin peygamberi onlara gönderildi. İsa (a.s) hristiyanların peygamberi onlara gönderildi.”denilmekte ve böylece yanlış bir anlayış halk arasında yer edinmektedir. Tüm peygamberler İslam’ın peygamberidir ve onların kimlere geldiği ayrımını yapmak bize düşmez.

İlk olarak Ebu Davud’a nispet ettirilen zayıf bir hadis -ki biz bu rivayetin de varlığını kabul ettik- dile getirilerek birilerine alttan alttan bir makam verilmeye çalışıldı. Daha sonra VARİSİ RESUL KAVRAMI İLE  BU MAKAMDAKİ KİŞİYE MUTLAK İTAAT MEŞRULAŞTIRILDI. Son olarak da “Ümmetin alimleri İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.” diye bir uydurma ile artık iki peygamber yetkisi millete verilmeye başlandı. Neden bu şekilde yazdığımızı merak ederseniz şunu diyebiliriz ki; Kemal Kaçar’ın bizzat ağızından ve daha sonra cemaatin bazıları tarafından bazı uyduruk hikayelerde Cemaatin başındakilere iki peygamber yetkisi verenlerin olduğunu ve esas buralara dayandığını belirtmek için süper zemin hazırlayıp istismarın kapsını aralandığını hatırlatırız. İsterseniz bu konularda yazdığımız reddiyelerimizden biri ilgiliSüleymanlıların Lideri Alihan KURİŞ, iki peygamber yetkisine mi sahip?” isimli yazımızı, başlığa tıklayarak okuyabilir ve ilgili reddiyenin içerisinde de yine bağlantılı bir başka konu başlığına ulaşabilirsiniz.

Süleymanlıların Lideri Alihan KURİŞ, iki peygamber yetkisine mi sahip?

“Ümmetimin alimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.”rivayetini Süleymanlı Haber olarak geçerli bir hadis diye kabul etmemekle birlikte alimlerin önemine binaen haddi aşılmış, anlamı yozlaştırılmış, söz konusu rivayetle ele alınan alimlere saygımız sonsuz. Ancak hiç bir kimsenin peygamberlerle eşit tutulamayacağını, bu makamın peygamlere Allah(c.c) tarafından bizzat verildiğini ve çalışmakla da kazanılamayacağını belirtmek isteriz. İman esasları ile alakalı olan bu konuda daha detaylı bilgi sahibi olabilirsiniz. Hadis diye aktarılan konuya dair bazı söylemleri dile getirmek isteriz.

Hadis diye bilinen bu söz, halk arasında oldukça meşhurdur. Fakat Demîrî, Zerkeşî ve İbn Hacer el-Askalânî gibi ileri gelen hadis âlimleri bu sözün asılsız olduğunu söylemişler, Suyûtî ve Zerkeşî de asılsız olduğunu onaylamışlardır.

Yine hadis ulemasından Hâfız el-Irâkî de bu sözün asılsız olduğunu ve herhangi bir isnadının bulunmadığını söylemiştir. (Bkz: Abdurrauf el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2. Baskı, Beyrut, 1972, c. 4 s. 384)

Bazı âlimler de bu sözün hiçbir muteber kitapta bulunmadığını belirtmişlerdir. (Bkz: Muhammed Abdurrahman es-Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene, Thk: Muhammed Osman el-Huşt, 4. Baskı, Beyrut, 2002, s: 340; hadis no: 702; Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevdûa (el-Mevdûatu’l-Kübrâ), Thk: Muhammed Lütfi es-Sabbâğ, 2. Baskı, Beyrut, 1986, s: 247; hadis no: 298; Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkâni, el-Fevâidu’l-Mecmûa fi’l-Ahâdîsi’l-Mevdûa, Thk. Abdurrahman el-Muallimî, 2. Baskı., Beyrut, 1392 h., s. 286; hadis no: 897.)

Bu hadisin asılsız olduğu alimlerde ortaya konmasına rağmen sorularla islamiyet web sitesinde bu hadis rivayeti verilmesinin yanı sıra bu rivayet üzerinden, tıpkı bu videodaki gibi ehli sünnetin kabul ettiği diye nitelemelerle, yukarıda tanımlarını verdiğimiz konuları dini temelliymiş gibi gösterme çabasına girmiş ve yersiz izahlar edilmiş. Yani  ‘Ümmetimin alimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.’ rivayeti hadis kaynaklarında olmamasına rağmen sinsilik yaparak dinden ve hadis diye gösterip sonra konuyu farklı şekilde bağlamaları ya ilmi seviyelerinin yetersiz olmalarından ya da kafirler gibi konunun üstünü örtmeye çalışmalarındandır. Çok basit bir soru sorulmuş ve cevapı anlamından uzaklaştırılmıştır.

Evet toparlamak oldukça zor olmakla birlikte reddiyemize kaldığımız yerden devam edelim.

Akademi Dergisi’nin ilgili sohbet videosunda verilen asılsız hadis rivayetinden sonra yine asılsız olan, halk arasında da yaygınlık kazanan, rüya alemi ile ilgili tarihi bilgiler vermeye devam ediyor. Videoda yaklaşık 5:20 ile 9:11 zaman dilimi arasında rivayeti güçlendirmek adına, kaynaksız, uydurma ve rüya aleminden alıntılama olan uçtu kaçtılarla, tarihteki geçmiş şahsiyetlerin büyüklüğünden bahsedilmekte.

5:25 ile 5:55 arasında Osmanlı İmparataluğu’nun kuruluşundan bahseden, rüya ile devlet kurduran Akademi Dergisi’ne karşılık biz sağlam akademik bilgisi yüksek kişilerin kaynaklarını dikkate alacağız ve sizlere de bu kaynaklar aracılığıyla gerekli bilgileri sunacağız.

Osmanlı’nın ‘çınar rüya’sı uydurma mı?

Prof. Dr. Halil İnalcık, Osman Gazi’nin rüyasında “Göğsünden bir çınar ağacı çıkıp her yeri kaplamaya başladığını” gördüğü efsanesinin gerçek olmadığını söyledi.

Yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi kabul edilen Prof. Dr. Halil İnalcık, yeni kitabında çok tartışma yaratacak değerlendirmede bulundu. İnalcık, “Osman Gazi’nin rüyası” olarak yüzyıllardır aktarılan ve Osman’a gaziliğin tanrısal bir işaretle bildirildiği rüya için ‘Sözde rüya’ tabirini kullandı. İnalcık, bu rüya motifinin kuruluştan çok sonra Osmanlı Hanedanı’nın güçlü bir döneminde ortaya çıktığını, Aşıkpaşazade gibi tarihçiler tarafından popüler bir inanç biçimine sokulduğunu yazdı.

İnalcık’ın “Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak Kuruluş” adlı kitabındaki değerlendirmesi “Kadim Üsluplardan Modern Yöntemlere Bir Kuruluş Hikayesi” başlığı altındaki bölümde yer aldı. İnalcık, bu bölümde özetle şunları yazdı: “En eski Osmanlı rivayetleri, Orhan’ın imamı İshak Fakih’ten oğlu Yahşi Fakih’in aktardığı rivayetlerden ibarettir. (…) Rivayette gazilik, Osman’a sözde rüyasında Tanrısal bir işaretle bildirilmiş, dönemin kutsal kişisi tarafından yorumlanmış, beline kafirlere karşı gaza kılıcı kuşatılmış. Gaza onun nesline dünya egemenliğini açacakmış. Bu rüya motifi bir çok hanedan için anlatılır; egemenliğin derviş çevreleri ve mistik tasavvufi yorumundan ibarettir.

Aslında bu iddia, kuşkusuz, Osmanlı Hanedanı’nın güçlü bir döneminde ortaya atılmış ve Aşıkpaşazade gibi tarihçiler tarafından popüler bir inanç biçimine sokulmuştur. Son padişaha kadar, gazilik ideolojisi ve bunun sembolü Eyüp’te bele gaza kılıcı bağlanması ritüeli sürüp gelmiştir.”

BU RÜYA BİR EFSANE

İnalcık’ın bu sözlerine bazı tarihçiler destek verirken bazısı da tepki gösterdi. Doç. Dr. Said Öztürk (Tarihçi-Osmanlı Araştırmaları Vakfı): Halil Hoca’nın bunu hangi kaynaklara dayandırdığını görmek lazım ama bizim bütün okumalarımız bu rüyanın olduğuna dair. ‘Sözde rüya’ tabirini kullanmak bunu reddetmek anlamına geliyor. Oysa tarih geleneğimiz içinde bu rüya yazılmıştır. Aşıkpaşazade tarihinde bu rüyanın dışında pek çok bilgi de yer alıyor. İnalcık Hoca da pek çok yazısında bunların bir kısmını kabul ediyor. Her tartışmalı bilgiyi reddetmeyiz. Ayrıca menkıbeler efsane değildir. Bunlar için ‘Sözde’ ifadesini kullanırken biraz durmak gerekiyor. Elimizde hiçbir delil olmadan “uydurma” olduğunu iddia edemeyiz. Prof. Dr. Mehmet Ali Kılıçbay (Tarihçi- Yazar): Halil İnalcık hocanın yazdığına tamamen katılıyorum. Bana göre de Osman Gazi’nin rüyası sözde bir rüyadır. Bu rüyanın gerçekle bir ilgisi yoktur. Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu (Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı): Bende bu rüyanın en başından beri uydurulmuş olduğunu düşünüyorum. Akla ve mantığa aykırı. Bu efsane haline getirilmiş bir konu. Süleymanlı Haber olarak yaptığımız çalışmalarda bu rüyanın farklı 2 tane daha veryantı olduğunu tespit etmekle birlikte bu tür şeylerle hep tarikat ve tasavvuf meşrulaştırma cabası içine girmiştir. Bu tür rivayetleri bizler Süleymanlı Haber olarak kabul etmemekteyiz.

Daha fazla bilgiye sahip olmak isterseniz lütfen ilgili tarih kaynaklarını araştırın. Bu şekilde yazdığımızda bazıları “Sizin maneviyata saygınız yok, bu kişileri reddiyorsunuz.” demekteler.

Hayır güzel kardeşlerim. Maneviyat; uçtu, kaçtı, tuttu gibi rüya alemi ile olmaz. Videonun başında okunan Yusuf Suresi’ndeki rüya ile diğer anlatılan tarihi rüyayı bağdaştırarak, insanları vahiyden ve Allah Resulü’nün sahih sünnetinden uzaklaştırmanın doğru olmadığını ifade etmek istiyoruz. Tabii ki de her insanda olduğu gibi bu insanların da doğrusu veya hatasına olabilir.

Videonun 05:55  ile 06:25 zaman aralığında da Sultan Murad, İstanbul’un fethini güya Hacı Bayram Veli’ye danışmış iddiasında bulunuluyor. Sitemizin tarih köşesinde belirttiğimiz, açıkça birçok şeyini tasvip etmediğimiz, Yavuz Bahadıroğlu bu iddia hakkında şunları diyor:

Hacı Bayram-ı Velî’nin Sultan II. Murad’a “İstanbul’un Fethini Şu Çocukla (Fatih Sultan Mehmet) Bizim Köse (Akşemseddin) Görürler” Dediği İddiası Gerçek Dışı

Akşemseddin’in hocası mutasavvıf ve şair Hacı Bayram-ı Velî’nin (1352-1430) İstanbul Fatihi Sultan II. Mehmet’in (1432-1481) babası Sultan II. Murat’a (1404-1451) “İstanbul’un fethi bizim köse ile şu beşikteki bebeğe nasip olacak” ya da başka bir rivayete göre “İstanbul’un fethini şu çocukla (II. Mehmet) bizim köse (Akşemsettin) görür” dediği iddiası rivayet edilse de, Hacı Bayram-ı Velî Fatih Sultan Mehmet doğmadan 2 yıl önce vefat etmiştir. Ayrıca, Hacı Bayram’ın Edirne’ye Akşemsettin ile birlikte gittiğine dair teyit edici bir bilgi de yoktur. Dolayısıyla, Hacı Bayram-ı Velî’nin böyle bir sözü söyleme ihtimali bulunmamaktadır.

Rivayete göre Sultan II. Murad Hacı Bayram-ı Velî’ye “Şeyhim, İstanbul’un fethi bize nasip olur mu?” diye sorar. Kısa bir tefekkürden sonra Hacı Bayram Velî “Hayır Sultanım. İstanbul’un alınışını ne sen görürsün ne de ben” der ve Şehzade Mehmet’i göstererek ve Akşemseddin’i kastederek “Ama şu yiğit ile bizim köse (Akşemseddin) görseler gerek” demiş…

İstanbul’un manevi fatihi olarak görülen Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesidir. İstanbul’un fatihi 2. Mehmed’in babası olan 6. Osmanlı Padişahı Sultan 2. Murad’ın da Hacı Bayram’la kendisini başkent Edirne’ye davet ettiği zaman görüştüğü bilinmektedir. Ancak, Hacı Bayram-ı Velî’nin İstanbul’un fethini müjdeleyerek fethi Şehzade 2. Mehmet ve Akşemseddin’in göreceğini söylediği iddiası asılsızdır.

Bayramiyye tarikatının kurucusu olan ve Ankara’daki Hacı Bayrâm-ı Velî Külliyesi’nin kurucusu olan Hacı Bayram’ın Sultan 2. Murat’a bu yönde bir söz söylemesi mümkün değildir. Çünkü, Hacı Bayram vefat ettiğinde 2. Mehmet, yani Fâtih Sultan Mehmet henüz doğmamıştı (İsmail Hami Danişmend (1947). İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I-IV, İstanbul, I, sf. 212). Halil İnalcık’ın aktardığına göre ise Fatih Sultan Mehmet, Hacı Bayram’ın vefat ettiği yıl doğmuştur (Halil İnalcık (1954). Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar I, Ankara, sf. 55-56.).

Ayrıca, Hacı Bayram-ı Velî ile 2. Murat arasında geçtiği iddia edilen bu konuşmanın ravisinin kim olduğu meçhuldur. Döneminin herhangi bir kaynağında yer almayan bu iddianın kim tarafından aktarıldığı bilinmemektedir.

İlaveten, bu menakıbın nerede gerçekleştiği de meçhuldür. Fatih Sultan Mehmet’in çocukluğu döneminde Osmanlı Devleti’nin başkenti Edirne idi. Hacı Bayram-ı Velî’nin Edirne’yi Akşemsettin ile birlikte ziyaret ettiğine dair bilgi içeren sağlam bir kaynak bulunmamaktadır. Akşemseddin’in menâkıbını (Menâkıb-ı Akşemseddin) kaleme alan Enîsî, Akşemsettin’in Hacı Bayram ile Edirne’ye gittiğinden söz etmemektedir. Dolayısıyla Hacı Bayram-ı Veli’nin bu sözü Akşemsettin ve Fatih’in varlığında 2. Murat’a söyleme ihtimali bulunmamaktadır.

Hacı Bayram-ı Velî’ye ilişkin doğru olmayan bir diğer menkıbe de Hacı Bayram’ın Akşemseddin’i İstanbul’un fethine girişen askerlerin mâneviyatını / moralini / motivasyonunu yükseltmek için gönderdiğidir. Hacı Bayram-ı Velî, İstanbul’un fethinden 23 yıl önce vefat etmiştir.

Yukarıdaki açıklamalarda doğrultusunda aklınıza şu gelebilir, kıymetli okuyucularımız: “Tasvip etmediğiniz şahısların görüşü size uyduğu durumlarda sitenize ekliyorsunuz.” Burada kişiyi tasvip etmediğimizi değil, Mustafa Kemal Atatürk konusunda yazdığı tezler ve Arap seviciliği ile İslam’ın bir tutulması hususundaki kanılarıdır. İlgili yazılardaki linkleri buraya bırakacağız. Dilerseniz o sayfaları da okursunuz ve demek istediklerimizi daha iyi pekiştirirsiniz. Yine bu şahıştan da yararlanıyoruz.Dediğimiz gibi bir insan %100 asla doğru değildir.Buna Süleymanlı Haber sitesinin yazarlarıda dahil.

06:25 ile 07:13 dakikaları ise manevi şahsiyetler ile ilgili nasıl yalan yanlış, delilsiz, konuşularak istismar edildiklerine ve bunu yapanların ilimden yoksun olduklarına delalettir.

Akşemseddin Hazretlerini istismar ettiği gibi bakın o kadar ilginç ve bir çok reddiyemizde dile getirsek de Ubeydullah Ahrâr zamanın seyyidi kutbu diye tarikatcılar tarafından uydurulan kavramların hepsi kendi masallarından başka bir şey olmadığı gibi bu konuda ilgili kişide tam bilgi vermiyor kısa giriş yapmış olsa da biz tasavvuf adı altında uydurulan rivayetten bahsedelim.

İSTANBUL’UN FETHİNE KATILAN ALLAH DOSTU (TAMAMEN UYDURMA VE YALAN)

Bu feth-i mübîne, Orta Asya’dan tayy-i mekân ederek Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin de iştirâk etmiş olduğunu, torunu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakleder:

“Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, perşembe günü öğleden sonra âniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip sür’atle Semerkand’dan dışarı çıktı. Talebelerine: «–Siz burada oturunuz!.» buyurdu.

Mevlânâ Şeyh adı ile mâruf bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ânî yolculuğun hikmetini sordular. O da:

«–Türk sul­tâ­nı Mehmed Han, benden istiâne etti. Yardım diledi. Ben de ona yardım etmeye gittim. Allah Teâlâ’nın izni ile zafer kazanıldı.» buyurdular.”

SEL GİBİ AKAN ORDU

Horasan’dan gelip İstanbul fethine iştirâk eden pîr Ubeydullah Ahrâr’ın oğlu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:

“İstanbul’a gittiğimde Sultan 2. Bâyezîd, babam Ubeydullah Ah­râr’­ın şekil ve şemâilini şu şekilde târif etti:

«–Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdâda yetişmesini istedim. Şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:

“–Korkma! Zafer senindir!..” buyurdu.

O pîre:

“–Küffâr askeri çok fazla!” dedim.

O da bana cübbesini açarak:

“–İçine bak!” dedi.

Cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu görünce hayretler için kaldım. Hazret:

“–Bu ordu sana yardıma geldi.” dedi ve devam etti:

“–Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e tokmak vur! Ve bütün askere hücûm emrini ver!”

Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de, ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti…”

Velhâsıl Fâtih’in, fetih sırasında cümle evliyânın himmet ve rû­hâ­ni­yetinden müstefîd olduğu, târihî bir vâkıadır.

Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013

(Yukarıda verdiğimiz yazıda İslam Dini ve İstanbul’un Fethi ile alakalı uydurmanın zirve noktasıdır. Osman Nuri Topbaş zaman zaman takip ettiğimiz bir kişidir. Bu yalan sözlerden dolayı da tövbe etmesini de ümit ediyoruz.) Osman Nuri Topbaş’ ın bu yazısını analiz edelim.

Bu feth-i mübîne, Orta Asya’dan tayy-i mekân ederek Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin de iştirâk etmiş olduğunu, torunu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakletmiş. Tayyı-i Mekan konusunda sitemizde Reddiylerimizde  bahsedilmiştir. ‘Süleyman Hilmi Tunahan Zamanın Tasarruf Sahibidir Uydurması  ve Süleyman Hilmi Tunahan (K.S) Hacca Gitmiş midir ?’ isimli yazılarımızda ilgili tanımlar mevcuttur.

Linkini verdiğimiz reddiyeden de bu benzeri kavramları ögrenebilir,sitemizde ilgili kelime ile arama yapabilirsiniz. Çünkü tekrar burada ilgili kavramlar ve ayetleri yazmaya başlarsak 13 dakikalık videonun reddiyesi uzadıkça uzamış olacak.

«–Türk sul­tâ­nı Mehmed Han, benden istiâne etti. Yardım diledi. Ben de ona yardım etmeye gittim. Allah Teâlâ’nın izni ile zafer kazanıldı.» buyurdular.” bu kısımda da direk Allah’tan isteme benden iste şeklinde anlaşılmalara sebebiyet verdiğini bildirmekle birlikte asılsızlığını ileriki reddiyelerimizde yazacağız.

07:14 ile 09:00 zaman aralığında, Aziz Mahmud Hüdayi ve diğer zatlar hakkında asılsız rivayet insanlara anlatılıyor. Dikkat edin tüm anlatımlar rüyalar üzerinden,keşif ,mânâ alrmi üzerinden… Evet dostlar, senelerdir insanlarımızı bu gibi menkıbelerle kandırdılar.Bizim bu ismi zikredilen insanlara saygımız sonsuz ama onlar adına hurafelerle delilsiz konuşmalar o kadar fazlalaştı ki malesef halkımız adeta istismar edildi,kandırıldı.

Bu kadar tarih bilgisinden bahsetmiş iken dilerseniz İstanbul’un Fethi ile ilgili hadis diye nitelendirilen rivayeti de sahih kaynaklardan araştırabilirsiniz.

09:00 ile 10:45 zaman aralığında videoda öyle bir yalan atılıyor ki bu yalanlardan en meşhuru; ‘Süleyman Hilmi Tunahan üstadımız güya Yeni Cami’de verdiği bir vaaz esnasında, kendisinden sonra başka biri (müceddid) gelmeyeceğini , yine bu konuda yetkinin bizzat kendisine verildiğini ve mehdi olduğunu ilan ettiğini,aynı zamanda bunun tüm tarikat ve cemaatlere bizzat bildirildiği ve akıl almaz hezeyanları iddia ettiği beyan etmiş olmasıdır. Akademi Dergisi’ne cevaben, bununla ilgili olarak daha önceleri yazdığımız,Süleyman Hilmi Tunahan (K.S) Mehdi midir ?başlıklı paylaşımımızı okumalarını, mehdilik inancının şialardan alınmış kurtarıcı imam ve masum imamlarla ilişkilendirilip nasıl ehli sünnet diye dinimizden gösterildiğini ve her cemaat ve tarikatın,başta FETÖ olmak üzere, nasıl suistimal ettiğini Akademi Dergisi’nde videolu sohbeti veren o şahsın da, siz kıymetli okuyucularımızın da sitemizden veya Kuran ve sünneti temel alan esas kaynaklardan öğrenmenizi rica ederiz.

10:45 il 13:10 dakikalarındaki yalanları ise tam bir Kuran ve Sünnetten yoksun Hurafi bilgileri nakilsiz sözleri söylemeye devam ediyor ve aynen şu ifadeleri söylüyor güya (Süleyman Efendinin mehdi olduğu) tarikat liderine gitmiş ve kabul etmeyenler için ‘ söyleyin bakalım dün akşam divan- salihin nerdeydi ? Her hafta toplanırlar Resulullah efendimiz mahiyetinde eğer peygamberimiz orada olursa arapca konuşulur toplantı , ve bütün ruhaniler ve o zamanın sahibi orda olur (hala bu söz müşriklik ve şirktir acilen bu adamın tövbe etmesi gerekir O zamanın sahibi değil zamanında herşeyin de sahibi Allah’tır.Parantez içini kendimiz süleymanlı haber olarak biz söylüyoruz.) orda manevi kararlar alınır , Eğer Resululllah efendimiz divanı salihin de teşrif etmedi ise o zamanın varisi oraya başkanlık yapar ve orda kararlar alınır değerli kardeşlerim… diye cümlesine devam ederek Osmanlı bu merkezi bulmuş ve benzeri o yüzden iyimiş diye ….. ‘ bir çok yalanı uydurup din diye anlatıyor.

Şimdi bizlerde bunlarla irtibatı koruyacakmışız , o yüzden tüm maneviyat verilmiş ve bu bağlantı kopunca ümmet sıkıntılar içine girdiğini belirtiyor ve yine bunun neticesinde nasıl ve ne şekil hareket edeceğini bilemez hale gelmişiz güya Allah için söylüyorum diyerek de ”Herkese bu asırda hacı Süleyman Efendi’nin eteklerine sarılmak mecburiyetindedir kurtuluş ve bu asırdakı kaynak bu dur bu sözlerimi alın ölçün biçin vb cümlelerden sonra Allah’a Ulaşmanın yolunun bu olduğunu” belirterek sohbetini Kuran ve Sünnetten uzak bir şekilde tamamlayıp bitiriyor.

Bu sözleri tek tek analiz edeceğiz 13:38 dakikalık bu videoyu arşivlerimize indirerek kayıtladık ve ileride bu tüm bölümlere sesli bir video şeklinde reddiyemizde sitemize eklenecek.

İsterseniz kısa kısa ilgili dakikaların analizlerinden bir bahsedelim ve insanlarımızı nasıl Kuran ve sünnetten uzaklaştırdığını nasıl Süleyman Hilmi Tunahan üstadımızı şirkleştirdiğini delilleri ile sırası ile anlatalım.

Süleyman Efendinin söylemediği sözleri Süleyman efendi söylemiş gibi yukarıda atfen Akademi Dergisi mana aleminden sonra ruhlar aleminden  de bilgi bildirmeye başladığı  ve hurafelerle dolu kaynaksız delilsiz Kuran ve Sünnete zıt şeyleri ballandıra ballandıra anlatıyor.

Divan-ı Salihin diye uydurulan aslı olmayan bir makam icat edip işin aslı Rical-i Gayb denen kavramla da bazı vazifeleri meleklere ve cinlere yaptırılacağı söylenen tarikat yalanlarının uydurduklarından başkası değildir.

Tarikat ve tasavvufi olan bu uydurma kavlar Kuran ve Sünnetin neresinde geçmekte biraz bahsetsin de bizde bilelim.

Gaybi konuları , Osmanlı Devleti RUHLAR aleminden birlerinden haber alıyor ve savaşları kazanıyormuş Osmanlı Devleti’de bu şekilde yükseliyormuş. Hurafe bilgileri din diye anlatan ve kurtuluş recetesini yalanları tavsiye ederek sunan Akademi Dergsi’nin tarihi konularda da güzel olan şeyleri hurafeye bağlaması cok tabiidir.Bu zihniyetler Osmanlı Devlet’inde bir çok yenilikleri sapıklık olarak algılamış ve Osmanlı Devlet’ini batırmışlardır.

Fetret devri (lale devri) ‘ nden sonra Osmanlı Devleti’nin yükselmesi durdu ve gerileme daha sonrada çöküş dönemine geçerken ilgili zaatlar nerelerde geziyordu da bahsettiği merkezden kararlar gelmiyordu ?

1888 ve sonraki yıllar Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküş yıllarına tekabül eder Süleyman Efendi nerelerdeydi kendisine böyle bir maneviyat verildi de Osmanlı Devleti’ni kurtaramadı !  zaten böyle bir olay yok ama işte soralım belki bir şeyleri cevaplamaya kalkar Akademi dergisi bizde bilmiyorsak öğrenmiş oluruz.

Akademi Dergisi yine müşriklik ve şirkin alasını yaparak  O zamanın sahibi diyor yani bu açık şirktir kıymetli kardeşlerim. Dilerseniz Akdemi Dergisi bu kullandığı kavramı açıklamamış ama konu Kutup, Gavs ve benzeri tanımlarla alakalı olduğunu bizler belirtmek isteriz. Her biri ayrı bir başlık niteliğinde olan bu kavramlar zamanla sitemizde açıklanacaktır. Dilerseniz bu konuda Hurafi düşüncelerin temellendirildiği ve herkesçe makbul ve bilinen bir kişi olan Abdülkadir Geylani Hazretlerine sordular “Şeriat nedir?” Sultanımız; “Bana uymaktır” buyurdular. Zamanın İnsanı’na uymak şeriattır.  Şeriat, her zamana hitap eden Allah’ın nizamının yorumudur. Burada bir hususiyet vardır: Zamanın İnsanı’nı şahsen tanımak mecburiyeti yoktur. Allah’ın arzusu, gönüllerde “İnnehu alimun bi zatiissudur / gönüllerde dolaşan ilâhî arzu” sırrınca tatbikatını yapmaktadır.

Bu konuyu daha da açmak gerekirse; Allah’ın o zamandaki arzuları önce Zamanın Sahibi’nin gönlünde açılır ve o gönülden ceste ceste âlemlerde tatbikat bularak insan gönüllerinde arzular ve tatbikatlar şeklinde zuhur eder. O halde insanlar Zamanın Sahibi ile şahsen tanışmasalar bile, ‘Allah’ın böyle bir nizamı vardır, Onu görmesek de, tanımasak da Zamanın Sahibi olan gönül noktasını kabul ve tasdik ederiz’ demeleri onların bu ilâhî sırdan feyz ve neşe almalarına vesiledir.

Bu bakımdan hadis-i şerifte “Zamanın Sahibine beyat etmeden ölen cahiliyye ölümü ile ölmüştür” (Sahih-i Müslim; Müsned-i Ahmed) buyrulmuştur.

Evet kıymetli okuyucularımız böyle doğru yolda gösterdikleri önemli şahışlar tarikat adı altında zamanın insanı benim , bana uyun , diye kendilerine mürit toplayıp insanları asıl rehber ve hidayet kaynağı olan Kuran ve sünnetten uzaklaştırmanın kesin yolunu bulmuşlardır.

Esas Şeriat nedir?” nedir Kuran ve Sünnete uymaktır.  Oysaki burada Abdülkadir Geylani gerçekte demiş mi dememiş mi oda şaibeli olsa da eğer demişse bile eleştirilmez değildir. Hatalı cevap vermiştir, şeriat kelimesinin manasına ve tanımına girmeyeceğiz ama Şeriat nedir diye bir insana soru sorulursa Kuran ve Sünnete uymaktır demeli. Zamanın insanı veya zamanın sahibi diye asılsız kavramlarla iç içe geçen tarikat ve tasavvufi yapılanmalar, insanları bu tür yollarla kendilerine itaat etmesini ve kişilerin sorgulama yapması engellemek istemektedirler.

Son olarak Hacı kelimesinden tutunda bir çok izahatlar yaptığımız Süleyman Hilmi Tunahan hacca dahi gitmediği halde bu kelime manasını veren bu zaat uçtu kaçtılarla Süleyman efendiyi hacca da göndermiştir. Kimse Süleyman efendinin eteğinden tutunmak zorunda değildir. Süleyman Hilmi Tunahan üstadımızın kendisi de bunu izah etmekle birlikte esas kurtuluşun KURAN VE SÜNNET olduğunu beyan etmiştir. Hac konusunda ilgili reddiyemiz olan Süleyman Hilmi Tunahan (K.S) Hacca Gitmiş midir ? isimli reddiyemizi okuyabilirsiniz

Süleyman Hilmi Tunahan ‘Zamanın Tasarruf Sahibidir’ Uydurması

Süleyman Hilmi Tunahan (K.S) Mehdi midir ?

Süleyman Hilmi Tunahan (K.S) Hacca Gitmiş midir ?

Âl-i İmrân / 179. Ayet

مَا كَانَ اللّٰهُ لِيَذَرَ الْمُؤْمِن۪ينَ عَلٰى مَٓا اَنْتُمْ عَلَيْهِ حَتّٰى يَم۪يزَ الْخَب۪يثَ مِنَ الطَّيِّبِۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَجْتَب۪ي مِنْ رُسُلِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ۚ وَاِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا فَلَكُمْ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ

Allah, murdarı temizden, kâfiri mü’minden ayırmadıkça mü’minleri şu içinde bulunduğunuz hâl üzere bırakmayacaktır. Allah size gaybı da göstermez ki, mü’mini kâfiri ayırabilesiniz. Ancak Allah elçilerinden dilediğini seçip onlara dilediği ölçüde gaybî haberleri bildirir. O halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve günahlardan sakınırsanız sizin için çok büyük bir mükâfat vardır.

En’âm / 50. Ayet

قُلْ لَٓا اَقُولُ لَكُمْ عِنْد۪ي خَزَٓائِنُ اللّٰهِ وَلَٓا اَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَٓا اَقُولُ لَكُمْ اِنّ۪ي مَلَكٌۚ اِنْ اَتَّبِعُ اِلَّا مَا يُوحٰٓى اِلَيَّۜ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَص۪يرُۜ اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ۟

Rasûlüm! De ki: “Size «Allah’ın hazîneleri yanımda» demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Yine size «ben bir meleğim» de demiyorum. Ben ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?”

En’âm / 59. Ayet

وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun bilgisi dışında dalından bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki bir tek dâneyi, yaş ve kuru ne varsa her şeyi bilir. Bütün bunlar, gerçeği tüm netliği ile gösteren apaçık bir kitapta yer almaktadır.

Kehf / 26. Ayet

قُلِ اللّٰهُ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثُواۚ لَهُ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اَبْصِرْ بِه۪ وَاَسْمِعْۜ مَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَلِيٍّۘ وَلَا يُشْرِكُ ف۪ي حُكْمِه۪ٓ اَحَدًا

De ki: “Onların ne kadar kaldığını en iyi Allah bilir. Çünkü göklerin ve yerin gaybı Allah’ın elindedir. O ne kadar güzel görür, ne kadar güzel işitir. İnsanların Allah’tan başka hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur. Allah, hükmüne ve hâkimiyetinin icrâsına hiç kimseyi ortak etmez.

Fâtır / 18. Ayet

وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۜ وَاِنْ تَدْعُ مُثْقَلَةٌ اِلٰى حِمْلِهَا لَا يُحْمَلْ مِنْهُ شَيْءٌ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبٰىۜ اِنَّمَا تُنْذِرُ الَّذ۪ينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ بِالْغَيْبِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَۜ وَمَنْ تَزَكّٰى فَاِنَّمَا يَتَزَكّٰى لِنَفْسِه۪ۜ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَص۪يرُ

Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez ve onunla yargılanmaz. Ağır bir günah yükü altında ezilen kimse, yükünü taşımak için başkasını yardıma çağırsa, bu çağırdığı kimse akrabası bile olsa, onun günahından en küçük bir şey yüklenemez. Sen ancak görmedikleri halde Rablerinden korkan ve namazı dosdoğru kılan kimseleri uyarabilirsin. Artık kim günahlarından temizlenirse kendi iyiliğine temizlenmiş olur. Nihâî dönüş yalnız Allah’a olacaktır.

İlgili Reddiyemiz Akademi Dergisine iletilmiştir.

Süleymanlıların Kararlarını Divanı Salihin veya Resulullah Mı Alıyor ?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

  1. Ben birgün olsun konuşurken kurandan kaynak gösterdiklerini görmedim adama soru soruyorum kuran yerine imam rabbani şöyle dedi diyor imamrabbani başim gözüm üstunde ama bana gerçek hakikat lazım tek hakikatte kurandir

    Cevapla