bakara suresi 20 24
57:22

Bakara Sure 20-24 Tefsir

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bir önceki dersimizde  Besairu’l Kur’an Tefsirinin Bakara Suresinin 20.ayeti kerimesinin yarısında kalmıştık. Dilerseniz kaldığımız yerden tefsir dersimize devam edelim.

Süleymanlı Haber olarak Besairu’l Kur’an Tefsirinin 7. Bölümü Sosyal Medya kanallarımıza eklenmiştir.

İşte Bakara sûresinin bu âyetinde de belki dünyada yanan bu nûrlarının âhirette söneceği anlatılmakta­dır diyoruz. Gelelim ikinci misale:

Bu misalde de Allah yağmurdan söz eder. Yağmur Kur’an’a benzetilmiştir. Nasıl ki yağmur ölü araziyi dirilten bir rahmet kay­nağıysa, Kur’an da ölü kalpleri ve hasta ruhları diriltmek için gel­miş bir rahmet kaynağıdır.

Misaldeki karanlık, gök gürlemesi ve şimşek ise, bu vahiyle ilgi kurma yolunda, bu vahiyden istifade etme yolunda, yâni kulluk yo­lunda, İslâm’ı yaşama yolunda insanın önünü kesen engeller demek­tir.

İslâm’ı yaşamaya çalışırken, İslâm düşmanlarının ortaya koyduğu tehlike ve güçlükleri temsil eder.

İşte bu münâfıklar orta­lık biraz yatış­tığı zaman, işler iyi gittiği ve tehlikeler söz konusu olmadığı zaman İslâm’ı yaşamaya koyulurlar. Ama kulluklarının önünü birtakım tehli­keler kestiği zaman, önlerine birtakım engel bulutları çıktığı zaman da, meselâ tayinlerinin çıkarılması gibi, soruşturma, kovuşturma gibi, maaşının kesilmesi, tayininin çıkarılması gibi. O zaman da kalakalır­lar. Allah’ın kendilerinden beklediği kullukları terk ediverirler.

Yâni bunlar kalben tamamen kâfir değillerse de İslâm’ı ancak kendilerini tehlikeye sokmayacak boyutta uygulayan insanlardır. İş tehlike boyu­tuna ulaştığı anda kalakalırlar, bir adım dahi atamazlar.

Veya buradaki karanlık, yıldırım ve şimşek, adamların ön yar­gılarına ve beklentilerine ters düşen âyetlerdir.

Adamlar ön yargılarına ters düşen emirlerle karşı karşıya geldikleri zaman şaşkınlık içinde kalâkalırlar.

Meselâ cihada çağrıldıkları zaman, Allah yolunda mal ve canı fedâya çağrıldıkları zaman dona kalır­lar. Veya namaz, tamam kılalım da bu tesettür de ne olacak yâni? Derler. Bu şartlarda yâni çok zor bu iş! Bu devirde olmaz bunlar derler. İşlerine gelen konularda yü­rürler; ama işerine gelmeyen konularda kalakalırlar.

Kur’an’da yıldırım gibi bazı tehditler, bazı vaadler vardır. Yine Kur’an’da şimşek gibi parlak hüccetler, deliller vardır. İşte bu adamlar Kur’an’ı dinlerken sanki yıldırımlara, şimşeklere tutulmuş insanlar gibi bunları duymamak için, meselâ âhireti duymamak için ölüm korku­sundan elleriyle kulaklarını tıkarlar.

Bir yerde on dakika kadar cehen­nemi anlattım. Oradakilerden birisi o kadar sıkıldı ki çatladı, patladı sanki: Yeter yahu be! Dedi, başka konu bilmez mi­sin sen! Gideceği yerin anlatılmasına tahammül edemedi adam.

Tövbe sûresinde bu tür insanlar için:

“Eğer korunmak için bir yer, yahut mağaralar, ya da sokulacak bir delik bulabilselerdi hemen oraya doğru yönelip koşarlardı.” (Tövbe 57)Buyurulur.

Veya İslâm’ın izzetinden onlara bir pay, bir nasip, bir paye dü­şünce mîras gibi, ganîmet gibi, müslüman kadınlarla evlenme gibi. Buna güvenip yürürler. Ama istemedikleri, hoşlanmadıkları bir şeyle karşılaşınca da donakalırlar.

Bu âyet onların kıyamet günkü durumlarını anlatır da den­miş. Kimilerinin nûru fersahlarca mesafeyi aydınlatır.

Medine’den Aden’e kadar. Kimilerininki ancak ayaklarının önünü aydınlatır. Kimilerinin ışığı hepten sönmüştür.

Kimilerinin ki bazen yanar bazen söner. Bu­rada anlatılan münâfıklarınki gibi. Yâni bu adamlar as­lında karanlık içindeler de, kendi kendilerine kendi karanlık dün­yalarının ışığıyla yü­rüdüklerini zannediyorlar.

Böylece anlıyoruz ki; münâfıklar iki kısımdır.

Birincisi; önceki âyette anlatılan kalben kâfir olup çıkarları sebebiyle müslüman görünmeye çalışan insanlar.

İkincisi; bu sonraki âyette anlatılan kalpleri tamamen kâfir olmasa da İslâm’ı ancak kendilerini tehlikeye sokma­yacak boyutta uygulayan ve herhangi bir tehlike anında veya hoşla­rına gitmeyen, nefislerine ağır gelen emir ve tekliflerle karşı karşıya kaldıklarında da donakalan insanlar.

Nitekim Allah’ın Rasûlü Buhârî’deki bir hadislerinde şöyle anla­tır:

“Üç şey vardır ki; bunlar her kimde bulunursa o ha­lis münâfıktır. Ama kimde de bunlardan bir tanesi bulu­nursa onu terk edene kadar o kişide nifak alâmeti var de­mektir. Bunlar şunlardır: Konuştuğu zaman ya­lan söyler, vaâdettiği zaman vaadinden döner, kendisine emanet edil­diği zaman emanete ihanet eder.”

21:”Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, korunup, muttakilerden olasınız.”(Bakara Suresi 21)

Ey bunu kavrayan, ey bunu anlayan insan! Ey bütün bu mo­del­leri şahsında toplayan insan cinsi! Ey insanoğlu! Rabbinize kulluk edin! Zaten Kur’an’ın geliş gâyesi buydu. Ne müttakiyi an­latmak, ne kâfiri ve ne de münafığı anlatmak değildi mesele. Me­sele, bana beni anlatmaktı. Bir müslüman olarak benim Rabbime kulluğumu anlat­maktı. Rabbime kul olmam gerektiğini anlatmaktı. Ama bu konuda önce kitabın kriter olduğunu ortaya koydu. Kulluk konusunda, iman konusunda kitabın elek olduğunu ortaya koydu. Bu kitap eleğinden geçen insanların kimilerinin bozuk düzen oldu­ğunu anlattı. Bu kriterle kimilerinin beş para etmediği açığa çıktı.

Sanki sarrafın elindeki mihenk taşından geçenlerden kimile­ri­nin bozuk ve boşluğu ortaya çıkıyordu ya, sanki kitap da böyle. Sanki kitap, insanların Allah’a giderken böyle uğramak zo­runda oldukları mihenk taşıydı. Ondan geçerken insanların kimile­rinin kulluklarının sahte olduğu açığa çıkıyor, kimilerinin de gerçek olduğu ortaya çıkı­yordu.

Burada da Cenab-ı Hak önce muttakileri anlattı, sonra kâfirleri anlattı, sonra da bu ikisi arasında gel git ha­linde olanları anlattıktan sonra diyor ki:

“Ey insanlar!”

Çoğul bir kelime. Nâs; insanın çoğuludur. Hiç kimseyi ayır­ma­dan Rabbimiz burada bir davette bulunuyor. Adem ve Havva’dan meydana gelen tüm insanlığa bir davetiye. İnsan çoğul bir kelime ama beni anlatıyor. Seni anlatıyor. Öyleyse bu kitabın muhatabı sensin. Ey insan, sen Rabbine kul ol! Rabbinize kul olun! Yâni boynunuzda taşı­dığınız ipin ucunu yalnız bana verin! diyor Allah. Garip bir şey, aklımı­zın ermesi de gerekmiyor.

Acaba Allah niye hem böyle bizi kul olmaya müsait olarak boynumuzda bir iple yaratmış, hem de; “Ey kullarım! Verin o ipin ucunu bana!” demiş? Acaba böyle yapmasaydı da doğuştan kendisi alıverseydi olmaz mıydı o iplerimizin ucunu! Ya da melek gibi boy­nundaki ipin ucunu başkalarına veremeyecek biçimde ya­ratsaydı ol­maz mıydı yâni bizi? Yoo! Öyle istememiş Rabbimiz. Murad-ı İlâhî öyle değil.

Allah herkesi müslüman olmaya müsait yaratmış. Herkesi boynunda bir iple getirmiş dünyaya. İnsan boy­nundaki ipin ucunu Al­lah’a vermeyip kendi elinde de tutsa yine Allah’ın kuludur.

İnsan boy­nunda doğuştan getirdiği kulluk ipinin ucunu kendi elinde de tutsa veya toplumuna, çevresine, ailesine, ya da ateşe, yıldıza, veya şey­tana, putlara, idarecilere de verse, yâni bunlara da tapınsa, tarih bize gösteriyor ki; insan mutlaka ta­pınmaya hazır yaratılmıştır. Tapacaktır mecburen bir şeylere.

Evet aklımızın ermediği bir hikmeti sebebiyle bizi böyle ira­deyle yaratıyor, ondan sonra diyor ki bakın Rabbimiz: Kulum! Seni ben yarattım! Seni kulluğa müsait yarattım! Boynunda bir iple dünyaya getirdim! Öyleyse boynundaki o ipin ucunu bana ver! E ya Rabbi, sen bunu baştan tutuverseydin ya! Bizi bu konuda serbest bı­rak­masaydın! Boynumuzdaki ipin ucunu melek gibi, sema gibi, arz gibi, taş, toprak gibi, hayvanlar gibi doğuştan eline alıp da bizi bu ko­nuda serbest bırakmasaydın! Bizim bu irademiz ne olaydı ki ya Rabbi! Şeytan ne olaydı ki yâni! Niye yarattın şeytanı? Şeytan ve dostları ne olacaktı? Niye yarattın bunları? Niye izin verdin? diye­miyoruz. Çünkü Mevlâ o bölümü dememiş. Sadece diyor ki: “Sizi ben yarattım, boy­nunuzdaki ipin ucunu bana verin!”

Şöyle bir örnek veriyoruz: Ömründe hiç araba görmemiş bir adamı herhangi bir araba fabrikasının kabinine yerleştirsek; meselâ Audi fabrikasının kabinine yerleştirsek. Adama desek ki: Bak buradan çıkmak yok! Şuradan yemeğin gelecek, buradan su­yun gelecek, şu­rada işini, burada çişini yapacaksın! Adam dese ki: İyi anladık ta ben ne yapacağım burada? Desek ki kendisine: Önüne bantla bir parça gelecek ve şuraya iki vida takacaksın, bu­raya da üç somun tuttura­caksın! diye ona iki görev versek. Şimdi bir ömür boyu işi gücü bu iki vidayı ve üç somunu tutturmak olan bu adam bu yaptığı işin ne an­lama geldiğini, ne işe yaradığını bi­lebilir mi? Yaptığı bu işin ne anlama geldiğini bilebilir mi bu adam? Nereden bilecek? Bilemez değil mi? En fazla, ya dışarıdan birileri yaptığı bu iş konusunda adama kopya ve­recek, fitleyecektir. Veya adama bir audi arabasının fotoğrafını filan göstere­ceksiniz, diyeceksiniz ki, bak senin taktığın vidalar burada, işte bu işe yarıyor, bak sonunda böyle bir araba çıktı diyeceksiniz. Ya da adamı oradan çıkaracaksınız, bir audi arabasının yanına götürüp bindireceksiniz ve diyeceksiniz ki: İşte senin aşağıda taktığın vi­dalar bak burada! İşte bu işe yarıyor! Bak bu araba! diyeceksiniz. Ya da dı­şarıdan birisi ona fitleyecek. Fotoğraf gösterecek, ekran gösterecek ve: Bak diyecek işte bu arabadır! Senin yaptığın iş buna yarıyor! diye­cek. Değilse bu adam kesinlikle yaptığı bu işin neye yaradığını, ne anlama geldiğini bilemez. Çünkü adam o kabinden hiç dışarı çıkma­mıştır, hiç araba görmemiştir.

Rize’de bir dönem öğretmenlik yapan bir arkadaşım anlat­mıştı: Çocuklar hiç araba görmemişler, fotoğraf getiriyorlar ve di­yor­larmış ki; “öğretmenim! İnsanlar buna mı biniyorlarmış? Olacak şey mi bu?” Ne yapsın yavrular? Ömürlerinde hiç araba görmemişler. Bir zamanlar çocukluğumuzda biz de görmemiştik. Bizim köye ilk kamyon geldiğinde ben merakla onun tekerlekleri arasında gecelediğimizi ha­tırlarım.

Şimdi böyle bir adama dışarıdan herhangi bir bilgi veril­mezse, anlamaz değil mi bu adam bu yaptığı işin neye yaradığını? Üç tane vida takacakmış, takmasa ne olur? On beşlik vida takacaksın demiş­lerdi, on beşlik vida yerine yirmilik taksa ne olur? Ne zararı olduğunu bilir mi adam? Nereden bilecek değil mi? Anla­maz ki ne olduğunu. Bakın aynen bu adam gibi Allah bizi dünya denen başlangıcını ve sonunu bilmediğimiz bir kabine getirip yer­leştirmiş. Biz yaratılmadan önce, yâni henüz bu dünyada yokken, yâni önceden de önce, ay da yok iken, güneş de yok iken, arz da, sema da, zaman da, mekân da yok iken ne olup bitti bilmiyoruz.

Düşünün arz yok, sema yok, dünya yok, zaman yok, me­kân yok, hiç bir şey yok. Ya ne var? Allah var, başkası yok. Sonra dünya yaratıldı, sonra madenler, sonra bitkiler, sonra hayvanlar, sonra Adem yaratıldı, sonra ben yaratıldım, sonra kıyamet kopa­cak, sonra yeniden diriliş olacak, sonra hesap kitap, sonra cennet ve cehennem. Yâni en sonunda zaman bitecek, mekân da bite­cek. Çünkü dünyadaki zaman ayrı, öbür taraftaki ebediyet ayrıdır. Dünyadaki mekân ayrı, öbür ta­raftaki cennet ve cehennem me­kânları ayrıdır.

İşte biz dünyadan öncesini ve sonrasını bilmiyoruz. Cenab-ı Hak da bizi böyle önünü ve sonunu bilmediğimiz dünya denen bir ka­bine yerleştirmiş ve aynen misaldeki adam gibi şunları şun­ları yapa­caksınız, şunları şunları da yapmayacaksınız, diye bir kı­sım emir ve yasaklar bildirmiştir. Beş vakit namaz kılacaksınız, otuz ramazan tu­tacaksınız, şöyle giyineceksiniz, böyle yaşaya­caksınız, boyunlarınız­daki ipin ucunu yalnız bana vereceksiniz, yalnız beni dinleyecek, yal­nız bana kulluk edeceksiniz, gibi emir ve yasaklarda bulunmuştur.

Şimdi bizler yaptığımız bu işlerin ne anlama geldiğini, ne işe yaradığını, sonunda karşımıza nasıl bir şeyin çıkacağını bilebi­lir mi­yiz? Bize de Allah tarafından: Yapın! veya yapmayın de­nenlerin ak­sini yapsak. Meselâ dört rekat yerine beş kılsak, otuz yerine yirmi Ramazan tutsak veya hiç kılmasak, hiç tutmasak, ne zararının oldu­ğunu bilebilir miyiz? Şöyle giyinin dediği halde böyle giyinsek, mîrası­nız şöyle olsun dediği halde böyle yapsak ne zara­rının olduğunu bile­bilir miyiz?

Onun içindir ki Allah’ın bildirmediği hikmetler konusunda hikmet arayıcılığına çıkmak lüzumsuzluktur. Çünkü Allah hangi konuda ne hikmet bildirdiyse onu ancak bilebiliriz. Ama Allah bildirmemişse onu kesinlikle bilemeyiz. Meselâ orucun hikmeti ne? Allah diyor ki:

“Muttaki olmanız için!”

Demek ki; orucun hikmeti buymuş. Ama bakıyo­ruz müslümanlar oruca ne hikmetler sıralamış. Efendim aç­sın, kendini anlayacak­sın, açları düşüneceksin, filan..

Tekrar dönüyoruz örneğe; biz dünyadan öncesini ve dünya­dan sonrasını bilmiyoruz. Sadece dışarıdan bir haberci (bir peygamber) bize bir şeyler haber veriyor, bize bir kısım bilgiler veriyor. Bakın yap­tığınız işler şu işe yarıyor! diyor. Şöyle olacak! diyor, böyle olacak! di­yor. Lâkin anlattığımız misâlimizden farklı olarak yaptığımız bu işlerin sonucunda karşımıza çıkacak cennet, ya da cehennem maketini bize gösterme imkânı yoktur o peygamberin. Ya da bizi dünyadan alıp cennete götürmesi ve işte bakın yaptı­ğınız kulluklar işte bu işe yarı­yor, sonunda karşınıza böyle bir montaj hayat çıkacak diyebilmesi de mümkün değil. Sadece gös­teremeden anlatıyor bize.

İşte kul olmanın mantığı da budur bence. Yâni Allah öyle demişse öyledir tamam! Başka düşüncenin anlamı yoktur. Allah boyun­larınızdaki ipin ucunu bana verin demişse tamam. Bunun dışında işte efendim şöyle ol­malıydı, böyle olmalıydı, demenin anlamı yoktur. Görmeye, bilmeye de gerek yoktur. Demiştir ki Allah: Kullarım, boy­nunuzdaki kulluk ipinin ucu yalnız benim elimde olsun! Yâni dünya­dan öncesine, cennet ve cehennemden sonrası ve öncesine ait gaybî haberleri bilen Allah Peygamberi vasıtasıyla bize bu bilgileri verdiği için biliyoruz.

Araba örneğinde belki şekil olarak bir arabanın fotoğrafı gösteri­lebilir ona. Ama şu sosyal hayattaki arabanın fonksiyonunu bi­lemez o adam. Biz de bilemiyoruz da ancak iman ediyoruz. Al­lah bizi kulluk için yaratmış. Kulluk yaptığım takdirde cennet vere­cek bana! Peki ne o? Onu da bilmiyoruz! Ama sadece iman edi­yoruz…

Ey insanlar! Mü’min, kâfir, münâfık hangi sınıfa dahil olursa­nız olun. Veya erkek kadın, fakir zengin, âlim cahil hangi durumda olur­sanız olun, hepiniz her ân Rabbinizin şu emriyle karşı karşıyasınız:

“Rabbinize kulluk edin! Kul olun Rabbinize!”

Sizler ey Müslümanlar! Ey Rablerine teslimiyet iddiasında bulu­nanlar! Ey bundan önceki sûrenin istediği gibi:

“Ancak sana kulluk yapacağız!”(Fâtiha: 5)

Diyenler bu ahitlerini ifa etsinler, demeyenler de Allah’a bu ahdi vermeye çalışsınlar. Hepiniz Rabbinize kul olun! Rabbinize ibâ­det edin! Peki nedir kulluk? Nedir Rab? İbâdet genelde insan haya­tını, insanlığın hayatını kapsayan, özelde bir insanın hayatının en kü­çük birimi olan, bir gününü ve bir gecesini kapsayan zaman dilimi içinde kişinin, Allah’ın istediği biçimde hayat sürmesinin adına ibâdet denir.

Hayat sahibi olan insan mutlaka o bir gün ve geceyi yaşaya­caktır. Ama bu yaşayış biçimini Allah belirleyecek, yâni yaratıcıyı memnun etmek adına yaşayacak ve bu bir gece ve gündüz ibâdet olacaktır. Yaratıcı tarafından belirlenmemiş ve ya­ratıcıyı değil de baş­kalarını memnun etme adına geçirilen zaman da boşa geçirilen za­man demektir.

Demek ki ibâdet; tüm hayatın Allah için yaşanmasının adı­dır. Kişi o zamanı kimin adına ve kimi memnun etmek için yaşa­mışsa ona ibâdet etmiş demektir. Çok uzun kaçacağı için ibâdeti böyle kısaca özetledikten sonra şimdi Rab’le ilgili de bir kaç şey söyleyelim. Yeri geldikçe inşallah bunları uzun uzun ifade etme imkânı bulacağız.

Rab; terbiye eden, efendi, mürebbi, mâlik gibi anlamlara gel­diği gibi, yaratıcılık özelliği de söz konusudur.

Rab; topyekün varlıklar âleminin var edicisi ve var ettiklerinin hayat programını da tanzim edi­cisidir. Rab; kula nasıl bir hayat yaşayacağını belirleme makamında olan varlıktır. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlünün: “Onlar Allah’ı bı­rakıp da, din adamlarını Rab’ler edindiler” hadisi bunu anlatır.

Evet hıristiyan ve yahudiler Allah’ın kanunlarını, Allah’ın belirlediği helâl ha­ram yasalarını bir kenara bırakıp da, din adamlarının, idarecileri­nin, dini ve siyasal liderlerinin helâl haram yasalarını kabul ederek onlara kul köle oldular.

Demek ki Rab; varlıklar dünyasının, melekler, cinler ve in­san­lar âleminin yaratıcısı ve yaratma yasasının koyucusudur.

Burada Allah’ınıza kul olun! demek yerine, “Rabbinize kul olun!” denildiğine göre şöyle bir espriyi de söyleyelim inşallah: Rab; yâni siz öyle bir Allah’a kul olun ki, o sizin Rabbinizdir. Yâni kendisine nasıl bir kulluk yapacağınız konusunda fikir sahibidir.

Çünkü Rab de­mek, hayata program çizen varlık demektir. Rab demek, günlük hayat programını tespit eden demektir. Rab demek, “yap!” ve “yapma!” deme yetkisine sahip olan varlık demektir. Bakın buna yetkili olmaya hak kazandırıcı bir özelliği de var Allah’ın:

“Sizi o yarattı, sizden öncekileri de.”

Öyle bir Rab ki; sizi de, sizden öncekileri de yaratan O’dur. Öy­leyse herhangi bir varlığın Rab olabilmesi için yaratıcı olması ge­rekmektedir.

Yaratma özelliği olmayan varlıkların rubûbiyet iddiaları, sahte bir iddiadan başka bir şey değildir. Yarattıklarının kanunlarını koyma hakkına sadece yaratıcı sahiptir. Yâni ibâdete lâ­yık olan sa­dece Allah’tır. O’ndan başka kimin kanunlarına itaat edilebilir ki? Ki­min programını alabiliriz ki?

Var mı başka böyle bizi yarattığı için kendisine minnet duya­ca­ğımız, kulluk yapacağımız bir yaratıcı? Yâni varlığınıza se­bep O’dur!

O dilemeseydi siz kesinlikle olmayacaktınız! Sizi var eden ne anaları­nız, ne babalarınız, ne de toplumdur. Toplum toplum diyenler, “toplum güçlüdür”, “topluma karşı gelinmez”, “toplum şöyle”, “toplum böyle”, toplumdan geldik tekrar ona döne­ceğiz” diyenler sanki bilmeden Al­lah’ı tarif ediyorlar. Toplum, top­lum, kim o? Yok öyle bir şey aslında! Toplum dedikleri işte sen, ben, bizim oğlan..

Peki nedenmiş o? Niye yaratmış Allah bizi? Ya da neden O’na kul olacakmışız?

“Tâ ki muttaki olasınız.”

Belki böylece takvalı olursunuz! Böylece belki yolunuzu Al­lah’la bulursunuz! Yolunuzu Allah’a sorarak bulmanın usulünü öğre­nirsiniz, hayat programınızı Allah’ın kitabına göre yaparsınız diye ya­rattık sizi.

Dikkat ederseniz Allah’a kulluk yaptığınız takdirde kesin­likle ko­runursunuz, kesinlikle kurtulursunuz denmiyor da, belki korunursu­nuz deniliyor. Çünkü hiç bir şey İlâhî iradeyi şarta bağla­yamaz.

Yâni bizim ibâdetlerimiz hiçbir zaman Allah’ı minnet al­tında bırakamaz. Çünkü hiçbir zaman O’na lâyık, O’na yakışır ibâdet yapamayacağımız gibi, aynı zamanda bizi O yarattığı için mecbu­ren O’na ibâdet etmek zorundayız. Başka bir seçeneğimiz yoktur..

Bakacağız; bu sûrede yoğun bir biçimde takva anlatılmış. Ya da yoğun bir şekilde takvaya gönderi bulacağız. Sanki sûreyi kendi kafamızdan isimlendirmemiz söz konusu ol­saydı, yâni böyle bir hak­kımız olsaydı, ben derdim ki; bu sûre takva sûresidir.

Âl-i İmrân sûresi de sanki şehâdet sûresidir. Orada da yoğun bir biçimde şehâdet an­latılmış. Karşımıza ısrarla şehâdet birimleri sunulur Âl-i İmrân sûre­sinde. Allah’ın şehâdeti, Peygamberin şehâdeti, mü’minlerin şehâdeti, şehitlerin şehâdeti, şahit olanların şehâdeti gibi ısrarla şehâdet anla­tılıyor.

Burada da sanki ısrarla takva anlatılıyor. 177. âyete kadar takva devam ede­cek ve nihâyet orada yine takvayla alâkalı bir özet sunulacak, sonra da işte takvalı olmak budur! diye takva birimleri an­latılacak. Kısas böyledir! Oruç böyledir! Hac böyledir! Süt emzirme böyledir! Nikâh, talâk böyledir! Gibi konular, sonra infak konusu, fâiz ko­nusu, borç konusu anlatılacak, en sonunda da amenerrasûlü ile iman birimi tanıtılacak. Yâni böyle bir takva sûresiyle karşı karşıyayız.

Sizin takvalı olmanızı, yolunuzu benimle bulmanızı istemem­den dolayı sizi yarattım! Öyleyse Haydi bakalım ne yapacağınızı bana sorun! Hadi öyleyse hayat programlarınızı benden alın! Yâni kitabıma bakıp öyle yaşayın! Kitabımın dışında yol tarif edenlerin yollarına uy­mayın! Kitabıma sormadan kendi kendinize hayat programı yapma­yın! Benden başkalarını Rab kabul edip onlara kulluk etmeyin! diyor Allah.

22:”O Allah ki; yeryüzünü sizin için döşek yapmış­tır. Gökyüzünü de sizin için bina yapmıştır. Gökten su in­direrek onunla size rızık olmak üzere mahsuller meydana getirmiştir. O halde, bile bile Allah’a nidler bulmayın.” (Bakara Suresi 22)

Sizin Rabbiniz, sizin kendisine kul olmanız, sizin hayat prog­ramlarınızı kendisinden almanız gereken Rabbiniz O Allah ki, O öyle lütuf sahibi bir Allah ki, şu altınızdaki yeri sizin için bir döşek yapmış. Size bir yatak yapıp rahatınıza sunmuştur onu. Orada yatıp kalkıyor, orada uyuyup uyanıyor, orada dayanıp oturuyorsunuz. Altınızdan çe­kiliverseydi bu döşek, nerede karar kılardınız? Öyle olmasaydı nerede yatıp, nerede otururdunuz?

Demek ki bizi yaratan; ama yarattığı gibi öyle başı boş bırak­ma­yan, kendi halimize terk etmeyen ve hayatımızın devamı için dün­yada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir Rab’le karşı karşıyayız. Ha­yat; ama en az onun kadar önemli olan bu hayatın devamı.

Dünyayı bizim için yaşam yeri olarak hazırlayıvermiş Rabbimiz. Şimdi burada bir soru sorayım size: Eğer bu dünya in­sanların elinde olsaydı, in­sanların mülkünde olsaydı bu kadar cö­mertçe onu insanlara sunabilir miydi?

Şu gökyüzü, şu semamızın simasını süsleyen yıldızlar, şu ge­cemizin zülüflerini aydınlatan hi­lal, şu bize her saniye ısı ve ışık gön­deren güneş, şu her ân te­neffüs ettiğimiz hava, şu kıymetini bilmeden tükettiğimiz sular, eğer bir insanın, ya da insanların elinde olsaydı; onu, ondan bu kadar rahat alabilir miydiniz? İşte sizin böyle cömert bir Rabbiniz var. Kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını salladığınızı bir düşünün. Kimin nîmetlerinden istifade edip de kimlere kulluk ettiğinizi bir düşünün.

“Gökyüzünü de sizin için bina yapmıştır.”

Üzerinize de sema bina etmiş. Gök inşa etmiş, ya da gökyü­zünü yapılandırmış, arzı sema ile birlikte yapılandırmıştır.

Yâni başı­nızın üstündeki şu gök kubbeyi de bu döşeği örten muhteşem bir ta­van yapmıştır. Şimdi söyleyin bakalım! İnsan olup ta bu dö­şeğe ku­rulmayan var mı? İnsan olup ta bu evde oturmayan? Bu binadan isti­fade etmeyen var mı? Allah’ın sizin için yarattığı bu muazzam binanın yanında fakirlerin imrendiği, zenginlerin gurur­landığı şu köşklerin, şu villaların ne önemi olabilir de? Hepiniz aynı hanede oturan, hepiniz bir döşekte yatan bir aile değil misiniz? Öyleyse kimin evinde oturduğu­nuzu, kimin döşeğinde yattığınızı, kimin eşyalarını kullandığınızı bir düşünün! Düşünün de kime kul olmanız gerektiğini iyi anlayın! Sonra da:

“Gökten su indirerek onunla size rızık olmak üzere mahsuller meydana getirmiştir.”

Yâni o semanın bir birimi olan bulutlardan su indirmiştir Al­lah. Ve o indirdiğimiz suyla sizin için bitkiler bitiriyoruz. Siz bunları bilirsi­niz, biliyorsunuz. Gözünüzün önünde her gün yaşıyorsunuz bunları. Ayrıca bunları bilmek için, bildirmek için deliller getirip fel­sefeler yap­maya gerek de yoktur. Öyleyse: Bütün bunları anladı­nız mı? Öyleyse hemen arkasından bu kadar bunları bilip bilip de:

“O halde, bile bile Allah’a ortaklar bulmayın.”

Bütün bunları yaratan, bütün bu nîmetlerle sizi perverde eden Allah’tan başka bir İlâh olmayacağını bilip dururken, Allah’a nidler, eşler, ortaklar aramaya, bulmaya kalkmayın! Rızasını ka­zanacağınız, kendilerine kulluk edeceğiniz, hayat programlarınızı kendilerine sora­cağınız, sistemlerini sistem kabul edeceğiniz Al­lah’tan başka Rabler, Allah berisinde efendiler bulmaya kalkma­yın! Veya Allah’ı sadece ha­yatın bazı bölümlerine karışan, ama öbür bölümlerde yetkisiz kabul etmeyin!

Namazınıza karışan, ama kılık kıyafetinize karışmayan, Oru­cunuza karışan, ama hukuku­nuza karışmayan, mescidinize karışan, ama kazanmanıza, harca­manıza, çocuklarınızın eğitimine, sofranıza, ev tefrişlerinize, dü­ğününüze derneğinize, okumanıza yazmanıza, meslek seçimi­nize karışmayan bir Allah kabul etmeyin. Hayatınızın bazı bölüm­lerine karışan, Allah dışında o bölümlerde söz sahibi olan varlıklar, efendiler, amirler bulmayın! Diyor Rabbimiz. Ve yapılan iş de bu­dur Allah korusun bugün.

Yâni Allah’ı sabah namazının rekatları konusunda söz sa­hibi, ya da meselâ oruç konusunda yetkili, ya da dua ederken ellerin nasıl açılacağını belirleme konusunda yetkili, ama geri kalan konularda sosyal, ekonomik, siyasal, bireysel ve toplumsal konularda Allah’ı yetkisiz kabul ederek Allah’tan başkalarını yetkili kabul edersek veya bütün bu konularda Allah’la beraber başka yetkililer kabul edersek o zaman Allah korusun şirkin ucu görün­müş olacaktır hayatımızda.

Önce şu genel kuralı bir söyleyelim: Herhalde benim anladı­ğıma göre Allah şunu anlatıyor bize: Allah semadan, arzdan, yâni bi­zim âlem dediğimiz, tabiat dediğimiz şeylerden söz ediyorsa, kendi­sini bize Âlim ve Kadir olarak tanıtıyor demektir.

Yâni Allah’ın hem güçlü olduğunu, hem de bilgili olduğunu anlıyo­ruz bundan. Bir bakın semaya! Var mı yapabilecek bir benzerini? Bakın semaya! Var mı bir düzensizlik? Var mı bir uyumsuzluk? Bir eksik gedik? Peki var mı benden başka bunu yapabilecek birileri diyor Rabbimiz.

Öyleyse bilesiniz ki bunu yapabilen, bunu becerebilen Al­lah elbette sizin hayatınızı da düzenlemesini bilecektir. Elbette si­zin hu­kukunuzu da bilecektir. Elbette sizin nasıl giyinmeniz gerek­tiğini, nasıl kazanıp nerede harcamanız gerektiğini, çocuklarınızı nasıl eğitmeniz gerektiğini, hayatınızı nasıl düzenlemeniz, nasıl bir sistem içinde ya­şamanız gerektiğini de bilecektir.

Öyleyse gelin inat etmeyin! Gelin benden başka Rabler ara­mayın! Gelin hayatınızda benden başka söz sahipleri olmasın! Gelin benden başkalarının hatırına iş yapmaya kalkmayın! Gelin benden başkalarının kanunlarına uymayın! Gelin çevreyi dinleme­yin! Gelin modayı hesaba katmayın! Gelin âdetleri benim önüme geçirmeyin! Gelin benim dûnumdakileri benim makamıma koyma­yın! diyor sanki Rabbimiz..

Çünkü Rab olma özelliği, İlâh olma özelliğidir bunlar, bu anlattıklarım. Öyle değil mi? Rab olan yaratıcı olmalı değil mi? Ka­nun koyan yaratıcı olmalı değil mi? İlâh olan yaratıcı olmalı değil mi? Sözü dinlenecek, kendisine kulluk yapılacak varlık yaratıcı olmalı değil mi? Hani şu benim dışımda Rab kabul edip de ka­nunlarına uymaya çalış­tıklarınız bugüne kadar ne yaratmış bir gösterin bakalım? Rab olan kadir olmalı değil mi? Âlim olmalı değil mi? Rab olan İlâh olmaya lâyık olan değil mi? Öyleyse Allah tek Rabtir ve tek İlâh’tır! Diyeceğiz.

Kâdir olmanın iki anlamı vardır:

1- Her şeye güç yetiren, gücü her şeye etkili olan, mutlak ga­lip, alt edilmez, yenilmez, karşı gelinmez demektir.

2- Her şeyi kadir olan, her şeyi takdir eden, her konuda ölçü ko­yan, ölçüt vazeden demektir. İşte böyle bir Allah’a nidler, eşler, or­taklar bulmayın!

Buhârî ve Müslim, İbni Mes’ud’dan Rasûlullah Efendimizin şöyle buyurduğunu rivâyet eder: İbni Mes’ud diyor ki: Ben sordum Rasûlullah’a: “Ey Allah’ın Re­sûlü, en büyük günah hangisidir?” Resûl-i Ekrem buyurdu ki:

“Seni Allah yarattığı halde başkalarını ona ortak kılmandır!”

Başka bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:

“Sakın ha! Sizden biriniz: “Allah ve falan di­lerse”! Demeyin!”

Başka bir hadislerinde:

“Sakın ha! “Allah ve Resûlü dilerse!” Demeyin! Sa­dece Allah dilerse deyin”

Buyurur. İbni Abbas der ki: Bir adam Rasulullah’a:

“Allah ve sen dilerseniz!” demişti de Allah’ın Rasûlü ona şöyle buyurdu:

“Sen Allah’a şirk mi koşuyorsun? Yalnız Allah di­lerse! Deyin”

Buyurdu. Hadisi İbni Mâce rivâyet eder. Yine âyetin tefsi­rinde İbni Abbas der ki: “Size hiçbir fayda ve zarar vermeyecek olan şeyleri Allah’a ortak koşmayın! Çünkü Size Allah’tan başka rızık ve şifa ve­rici yoktur.”

Öyleyse kesinlikle hiç bir şeyi Allah’a ortak koşmayacağız. Eğer şu köpek olmasaydı eve hırsız girerdi. Falanca olmasaydı bu işi beceremezdim. Evvel Allah sen olmasaydın işim bitikti. Evvel Allah doktor olmasaydı kurtulamayacaktım. Gibi sözlerden sakı­nalım, çünkü bunların hepsi endad kokusunu çağrıştıran sözlerdir. Şirk ko­kusunu çağrıştıran sözlerdir.

Anladınız değil mi? Anlıyorlar, kavrıyorlar ama yine de Al­lah’ın hayata karışması konusunda endişeleri var. Evet anladık Allah, belli ama, bu Allah’ın bize böyle emirler gönderdiği, Pey­gamberler ve ki­taplar gönderdiği ne malum? Bu Allah’ın bizim ha­yatımızı düzenlemek üzere vahiy gönderdiği ne malum? Bu Kur’an’ın gerçekten Allah ke­lâmı olduğu ne malum? Bu konuda kuşku içindeyiz! Şüpheleniyoruz diyerek reddediyorlar. Onun için Cenab-ı Hak hemen bunun ardından bu konuda, peygamber ve kitap konusunda Allah’ın insan hayatına karışması konusunda şüphede olanlara seslenir.

Zaten kâfirin kâfir olmasında tek sebep budur. Bakıyoruz ta­rihte hep böyle olagelmiş: Mülk sûresinde Rabbimiz kâfirlerin şöyle dediklerini anlatır:

“Allah hiç bir şey indirmemiştir. sizler ey peygam­ber­ler! Olsa, olsa bir şaşkınlık içindesiniz.”(Mülk:9)

Allah bize bir şey indirmemiştir! Allah hiç bir şey indirmiş de­ğil­dir! Yâni evet Allah vardır, Allah büyüktür, Allah yücedir, Al­lah’ı seve­rim, Allah güzeldir, bütün bunlar tamam ama Allah bizim hayatımıza karışmaz.

Hâşâ şu semayı ve arzı yaratan, yıldızları, ayı, güneşi ya­ratan, dünyamızdan milyonlarca kere daha büyük şu sistemleri, şu galaksileri yaratan, bu kadar âlî, bu kadar yüce olan Allah, kalkacak minnacık bir dünyanın içinde, minnacık bir Konya’nın içinde, minnacık bir evin içinde, minnacık bir varlık olan benim hayatımla ilgilenecek. Bana vahiy gönderecek. Bana bilgisini aktaracak. Beni muhatap ka­bul edip hayatıma düzen verecek. Olacak şey değildir bu.

Ya da bu kadar yüce bir Allah kalkacak da benim kılık kı­yafetimle, benim hukukumla, benim eğiti­mimle ilgilenecek ve bu konuda bana âyet indirecek, vahiy gönde­recek, olacak şey değildir bu! diyor­lar.

Allah’ın yüceliğini kabul ediyorlar ama yerinde dursun bu Allah, bizim hayatımıza karışma­sın demeye çalışıyorlar. Kitap göndermesin, peygamber gönder­mesin, arzularını bize bildirmesin, çünkü o zaman O’nun arzularıyla bi­zim keyiflerimiz çatışacak, Onunkini dinlesek ol­mayacak, dinleme­sek olmayacak.

İyisi mi O böyle bir şey yapmaz, bi­zim hayatımıza karışmaz demeye çalışıyorlar.

Meselâ öyle bir dükkan açsak ki beşerî ihtiyaçların tamamı var olsa orada. Bir insana ihtiyaç olan her şey var bilsek orada. Ama buna rağmen bir adam ihtiyaçlarını temin için yine de oraya gitmi­yorsa bunun sebepleri vardır:

1- Ya adam orada olmayan bir şeyi, yâni kendisi için ihtiyaç ol­mayan bir şeyi kendisi için ihtiyaç kabul etmiştir ve o ihtiyacını oradan karşılayamayacağını bildiği için oraya gitmemekte ve başka yerlere gitmektedir. Aslında o aradığı ihtiyaç değil; ama o, ihtiyaç zannet­mek-tedir. Meselâ iskambil kağıdı alacak adam, ama orada yoktur o. Yâni ihtiyaç değildir o. Adam onu kendine ihtiyaç zannettiği için başka yerlerde aramaktadır onu.

2- Veya dükkan hakkında yanlış bilgilendirilmiştir adam. Me­selâ ihtiyaç denince, bu dükkanda tüm ihtiyaçlar temin edilir denince adam sadece ekmek ve zeytinyağı satılıyor zannetmiştir ve aradığı şeyler konusunda: Yok ya! Bu da olur mu orada? diye­rek gitmemiştir oraya. Maalesef müslümanların büyük bir çoğun­luğu böyle gafildir. İslâm’a niye müracaat etmezler? Kur’an’a niye sormazlar? Allah’a niye sormazlar? Dükkana alış veriş için niye gelmezler? Bu iki se­bepten yâni. Yahu bu da Allah’a sorulur mu yâni? derler ve onun da Allah’a sorulacağının farkında değiller de ondan sormazlar.

Boşanırlar sormazlar, evlenirler sormazlar, dükkan açarlar sormazlar, meslek seçerler sormazlar, hukuk yaparlar sormazlar, düzen kurarlar sormazlar. Niye? Sanki yahu bu da Allah’a sorulur mu? Di­yorlar. Oysa en bilen Allah’tı. Mutlak bilen Allah’tı. En so­rulacak Al­lah’tı. Her şeyden haberdar olan Allah iken, insanlar ona sormuyorlar da hep başkalarına soruyorlar. Niye? Yanlış bilgilen­mişler de ondan.

Bu insanların yaptıklarını, yapacaklarını, hayatlarını, hayat prog­ramlarını Allah’a sormayışlarının bir başka sebebi de galiba şu­dur: Herhalde soracakları konuda Allah’ın ne diyeceğini, nasıl bir yol tarif buyuracağını önceden bildikleri için işlerine gelmeyeceği korku­suyla sormuyorlar. Allah’ın o konuda ne diyeceğini bildikleri için di­yorlar ki: Yahu şimdi sorarsak dediğini yapsak olmayacak, yapmasak olmayacak. En iyisi mi Ona sormadan yapalım yapacaklarımızı ve ra­hat edelim diyorlar.

Meselâ şimdi benim akrabalarımdan, arkadaşlarımdan kimileri kimi konuları bana hiç sormazlar. İş bittikten sonra duyarım çoğunu. Niye böyle yaparlar. Eh önceden o konuda benim kendilerine ne di­yeceğimi bildikleri için sormuyorlar. Şimdi buna sorarsak bizi bu işten engellemeye çalışacak. İyisi mi bunun haberi olmadan bu işi yapalım diyorlar.

Galiba bugün hayatlarını Allah’a sormadan, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün onayını almadan yaşayanlar da bunun için böyle yapıyorlar. Allah’ın o konuda ne diyeceğini bildikleri için huzurları kaçmasın diye sormuyorlar.

Demek ki insanlar Allah’ın insan hayatına karışma yetki­sine karşı çıkıyorlar. Tarihte Aristo ekolüdür bu. Demokrasinin te­meli de buna dayanır. Allah dünyayı yaratmış, sonra yarattığı dünyaya dönüp şöyle bir bakmış, dünya demiş, denî demiş, değ­mez demiş ve salı­vermiş. Ne haliniz varsa kendiniz görün! Demiş.

Evet yaratıcı olarak Allah var, ama yarattıklarına karışıcı ola­rak Allah yok diye bir felsefe geliştirmiş. Yaratıcı olarak Allah var ama hayata karışıcı olarak, kitap ve peygamber gönderici ola­rak Allah yok diye demokratik bir sistem geliştirmiş. Dünyayı biz idare ederiz, hu­kuku biz yaparız, hayatı biz düzenleriz, keyfimize göre hareket ederiz, Allah hiç bir şeye karışmaz mantığı.

Zaten tüm demokratik ülkelerin Allah’ı, Aristo’nun Allah’ıdır. Dünyayı yaratmış ve arkasından yorulup dinlenmeye çekilmiş veya onu beğenmeyerek, onunla ilgilenmeyerek onun idaresini bize bıra­kan, onun idaresiyle alâkalı ne kitap, ne peygamber, ne vahiy gön­dermeyen bir Allah.

İşte Allah bu bölümde buyurur ki: Eğer bu konuda bir şüphe­niz varsa sizin ölçünüz olarak size Allah’ın karışması, sizin hayatınıza Allah’ın karışması adına Allah tarafından Peygamberi vasıtasıyla size ulaştırılan bu kitaptan bir şüpheniz, bir tereddüdü­nüz varsa:

23:”Eğer Kulumuza indirdiğimiz Kur’an konu­sunda bir reyb, bir şüphe içindeyseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getiriverin! Allah’tan başka şahitlerinizi de getirin! Eğer sa­mimi iseniz.” (Bakara Suresi 23)

O zaman: “Hadi siz de onun benzeri bir sûre getiriverin!”

Haydi bunu yapabilmeye gücünüz yetiyorsa benzer bir sûre geti­rin o zaman! Bunu insan yapıyor diyorsunuz. Bunu Muhammed uyduruyor diyorsunuz. Bu Allah’ın sözü değildir diyor­sunuz. Allah ha­yata karışmaz diyorsunuz. Allah vahiy göndermez diyorsunuz. Allah neden âyet göndersin? Neden bizim hayatımıza karışsın! Başka işi yok mu? diyorsunuz. Olmaz böyle şey! diyor­sunuz. Haydi bakalım di­yor Allah, benzer bir sûre getirin! Pey­gamber ve ona gönderilen kitap konusunda şüphede olanlara bir yarış ilan ediyor, bir meydan okuyor. Üstelik:

“Allah’tan başka şahitlerinizi de getirin! Eğer sa­mimi iseniz.”

Eğer ciddiyseniz, yâni iddianızı uygulamaya cesaretiniz varsa. Sâdık neydi? Sıdk; iddianın eyleme geçirilmesi demektir. Sıdk, iddia­nın ispatı, imanın uygulamaya geçirilmesi demekti. Sa­daka da bura­dan gelir. Yâni tasdik kökünden gelir.

Bir adamın ce­bindeki parasının tümünün Allah’a ait olduğuna inanması bu bir iman iddiasıdır. Buna inandığını iddia eden adam Allah’a ait olan bu parasını Allah’ın iste­diği yerlerde infak etmeye, sadaka ver­meye başladı mı işte bu, o imanın, o iddianın tasdiki anlamına gelecektir. Tasdik imandan da öte bir kavramdır. Ya da imanın is­patıdır. Onun içindir ki Hz. Ebu Bekir Efendimiz mü’min olmanın da ötesinde aynı zamanda sıddîktı da. Yâni iddiasını eyleme ge­çirmiş, imanının ispatını gerçekleştirmiş bir sahabeydi.

Eğer ciddiyseniz; Allah’ın berisinde, Allah’tan başka ne ka­dar şahidiniz, ne kadar şühedanız, ne kadar yardımcınız varsa, yâni inandığı davaya canını verecek kadar bağlı ne kadar şehidi­niz varsa, onların hepsini de toplayın! Allah’tan başka güvendiğiniz ne kadar yardımcınız, ne kadar putlarınız, ne kadar edipleriniz, şa­irleriniz, bil­ginleriniz, filozoflarınız, müdürleriniz, genel müdürleriniz varsa veya size baş olacak, ayak olabilecek ne kadar yardımcınız, yardakçınız varsa, hepsini çağırın da hadi örnek bir sûre getirin bakalım.

Bu kitabı peygamber uyduruyor, diyorsunuz. Bir insanın kendi başına kendiliğinden yapabildiği bir şeyi diğer insanlardan, milyar­larca insanlar içinden herhalde yapabilen bir insan daha çıkacak­tır el­bette. Hadi bakalım birilerini çağırın da bunun bir benzerini getirin!

Kıymetli kardeşlerimiz dersimize burada bırakmakla birlikte diğer bir başlık ve konuda dersimizin devamını izleyebilirsiniz.

Bakara Sure 20-24 Tefsir

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir