Bir önceki dersimizde Bakara Suresinin 7.ayeti kermesinin tefsirinin bir kısmı tamamlamış ve 7.ayeti kerimesinde tefsirimizi yarıda bırakmıştık.
İlgili ayetlerimizin devamından Besairu’l Kur’an Tefsirimizin derslerine devam ediyoruz. Dilerseniz Bakara suresi 7.ayeti kerimenin tefsirinden dersimize kaldığımız yerden devam edelim,hem bir önceki ayetin bütünlüğü ve pekişmesi hem de bir sonraki ayetler ile önceki konularla yeni konuların aklımıza gelmesi ve bilgilerin sağlam olması babından tefsir derslerimizi bu şekilde ele alıyoruz.
7: ”Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin önünde de perdeler vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır.”
Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Mühürleyecek de olabilir mânâ. Çünkü yarın olacak şeyler olmuş gibi kesin kesin anlatılır Kur’-an-ı Kerîm’de. Kur’an’ın anlatımı budur.
Allah onların kalplerini mühürler. Kulaklarına mühür basar. Duyma ve dinleme özelliklerini de alıverir. Gözlerinin önüne de görmelerine engel bir perde çekiverir. Duymaz, duygulanmaz, anlamaz, işitmez bir hale getiriverir onları Allah.
” Gözleri üzerinde de perde vardır.”
” Önlerinde de mutlak bir azap onları bekliyor.”
Yâni kalpleri mühürlenir, dinleme, anlama istidatları alınıverir. Gözleri vardır, görürler ama sanki görmezler. Kulakları vardır, duyarlar ama sanki işitmezler. Kalpleri vardır, ama sanki bir şey duyup anlamazlar. Tıpkı hayvanlar gibidir onlar.
“Onların kalpleri vardır onunla anlamazlar. Gözleri vardır onunla görmezler. Kulakları vardır onunla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Hattâ hayvanlardan daha da şaşkındırlar.” (A’raf: 179)
Gaybî konulara tüm kapıları, pencereleri kapanmıştır onların. Mü’minlerin ruhlarına açık olan tüm pencereler bunlar için kapalıdır. Çünkü onlar hidâyetle, hidâyet kaynağı olan Kur’an’la ilgilenmemişlerdir. Hidâyet kaynağı olan Kur’an’a karşı nötr davranmışlardır. Karanlıkta kalmayı tercih etmişler, düğmeye basma gereği duymamışlardır. Acaba şimdi kalbin mühürlenmesini nasıl anlayacağız? Allah’ın Rasûlü:
“Günahlar insan kalbini bir kılıf gibi öyle bir sarar ki, sonunda o kişi artık bir şey duymaz oluverir.”
Buyurur. İşte kalbin mühürlenmesinin mânâsı budur. Rabbimiz Mutaffifin sûresinde bu hususu şöyle anlatır:
“Hayır hayır! Doğrusu onların kazandıkları günahlar kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.” (Mutaffifin: 14)
İşte böyle kalp günahlarla, işledikleri nanelerle örtülünce, Allah da onun üzerine mührünü basıverir. Bir kabın üzerine mühür vurulmuşsa, artık o kabın içine ulaşmak ancak o mührü, o damgayı çıkarmaya, kırmaya bağlıdır. Bu kalbe iman, ancak o zaman girebilir. Peki acaba bu işin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız?
Yâni eğer bu kâfirlerin kalplerini Allah mühürlediği için bunlar kâfir olmuşlarsa, o zaman suçu ne bunların? Acaba bir cebir söz konusu değil midir ? yâni burada ! gibi bir soru hatırımıza gelmiştir. Halbuki Gâf sûresinde Rabbimiz bakın şöyle buyurur:
” Ben kullarıma zulmedici değilim” (Gâf: 29)
Yine A’râf sûresinde bir başka âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurmaktadır Rabbimiz: “De ki Allah kötülükleri emretmez ” (A’râf: 28)
Bütün bu âyetlerle bunu nasıl telif edeceğiz?
Âyetlerden ve hadislerden anladığıma göre Allah herkese bir kalp vermiş ve bir de her insan kalbi için bir kilit yaratmış, bir kilit vermiştir. Bu kalbin kilitleyici, mühürleyici veya açıcı anahtarı Allah’tandır. Ama bu kilidin, bu mühürün Allah’tan oluşu bir cebir anlamına gelmemektedir. İnsanlar kendi öz iradeleri, hür iradeleriyle ya bu kilidin kapatılmasını Allah’a arz ederler, Allah da kapatır onu. Ya da açılmasını isterler Allah’tan, Allah da açıverir onu.
Yâni kul bizzat kendi özgür iradesiyle mü’min iken kâfir olmayı tercih ederek Allah’a şöyle der: Ya Rabbi, ben bu kalbimin kapanmasını istiyorum. Ben artık bu kalbimi kullanmak istemiyorum. Ben bu kalbimle artık ne seni, ne senin peygamberini, ne de senin âyetlerini duymak istemiyorum. Benim tercihim budur. Ben kalbimdeki kilidin kapanmasını istiyorum, diyerek kapattırır onu.
Kalplerin kilidinin açıcısı ve kapatıcısı olan Allah, bu konuda tek yetkili olan Allah da onun bu tercihini onaylayarak kapatıverir onun kalbini. Aksi de geçerlidir tabii. Bir Ömer gelir, kırk yıllık bir kalp kapalılığı tercihinden vazgeçerek: “Aman ya Rabbi! Ben ne kötü bir tercihte bulunmuşum? Ben önceki tercihimden vazgeçip bu kalbimin açılmasını istiyorum! Ben müslüman olmak istiyorum!” der ve onun bu yeni tercihini onaylayan Rabbimiz de onun için kalbini açıverir.
O halde isteyen kuldur, ama açan ve kapatan da din sahibi olan Allah’tır her zaman. Demek ki bu açma ve kapatma işinde yine de insana irade vermiştir Allah. Yâni tekrar müracaat hakkınız vardır demiştir Rabbimiz.
Yâni insan kâfirken kalbi mühürlüyken, kapalıyken Allah’a tekrar müracaat edip açtırabilir kalbini ve müslüman olabilir. Müslümanken de müracaat edip kapattırabilir mürtet olabilir.
Bu durumda kalbini açıkken kapattıran ve mürted olan bu adama ne yapılır?
Eğer bu kişi yakalanmışsa öldürülür (Süleymanlı Haber olarak Ali Küçük Hocamızın belirtmiş olduğu bu duruma katılmamaktayız. Kişiyi öldürme ve had cezaları gibi konular belirlidir. Bu durumda islama zarar vermediği ve cana kıymadığı surece mürted öldürülmez. Bir cana kıyılacak durumlar Kuran-ı Kerimde belirtilmekle birlikte burada bazı üzerinde ihtilaf olan hadisler devreye girdiğinden dolayı konu bu şekilde anlatışmış ve hatalı bir söylemdir.) zaten.
Ama mürted yakalanmamışsa, kaçıp kurtulmuş veya insanlardan gizlemişse bunu kişi, o zaman oyuncak oynar gibi aç kapat, aç kapat olmaz. Yâni kâfir oldu, müslüman oldu, kâfir oldu, müslüman oldu, artık bir daha kâfir olursa, o zaman da Rabbimizin şu âyeti gündeme gelecektir:
“Onlar ki iman ettiler. Sonra küfrettiler. Sonra iman ettiler, sonra küfrettiler. Artık Allah onları mağfiret edecek değildir.” (Nisâ: 137)
Yâni adam önce inandı, sonra inkâr etti. Sonra tekrar inandı, tekrar inkâr etti. Kalbini açtırdı, sonra kapattırdı. Sonra tekrar bir daha açtırdı, sonra tekrar kapattırdı. Artık bu dinle alay, Allah’la alay anlamına geliyor ki, Allah sonunda onun tövbesini kabul etmiyor.
Buna göre bu özeti sunulan küfrün temel felsefesi neymiş?
Vahye karşı ilgisiz kalmak, kitaba karşı kayıtsız kalmakmış. Yâni Allah’ın insan hayatına karışmasına nötr davranmakmış. Kitapla ilgi kurmadan yaşamakmış. Çünkü kitap neydi? Kitap; kitâbe, yazgı demekti. Yâni insan yazgısının habercisi. Allah’ın insan hayatına karışmasının habercisi. Yâni insanın hayat programıydı kitap. İnsanın alın yazısının değişmez kitâbesiydi kitap.
İşte bu kitap karşısında, bu kitabın uyarısı karşısında anlıyoruz ki; insanlar ikiye ayrılıyorlar. Kitap karşısında ama. Değilse benim o kitaptan anlayışım karşısında değil tabii. Bunu biraz daha düzgün bir şekilde söyleyelim inşallah: Benim bu kitaptan anlayışımı birisi reddetti mi beni reddetmiş olur, bu kitabı değil. Delilim ne bu konuda?
Rasulullah Efendimizle Hz. Ali Efendimiz giderlerken bir adam uykudadır. Onun uyandırılmasını emreder Allah’ın Rasûlü. Buyurur ki; “Kaldırın! Namazını kılsın!” Hz. Ali Efendimiz onu uyandırdıktan sonra der ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu siz uyandırsaydınız olmaz mıydı? Zira o kişi mekân olarak size bizden daha yakındı” Bunun üzerine Rasûlullah (a.s) buyurur ki; “O adam eğer uyku sersemliğiyle bana kafa tutsaydı dinden çıkardı. Ama sana kafa tutunca sen, sensin, dinden çıkmaz!” Yâni bir peygamberin uyarısına değil, senin uyarına kafa tutuyor demektir buyurmuştur.
Böyle olunca biz birilerine din anlattıktan sonra onlar bunu reddettiler mi hemen onlara kâfir damgası vurmayalım. Bizim anlayışımızı reddediyorlar diyelim. Ama o kişi ben dinimi Kur’an’a dayandırmam! Ben Kur’an’a güvenmem! Ben hayat programımı Kur’an’dan almam! Ben Peygamberi örnek almam! Şeklinde bir reddin içine giriyorsa, yâni dinin aslını ve sistematiğini reddediyorsa o zaman o kesin kâfirdir. Ama benim bu âyetten anladığım budur! diyorsam ve adam da bunu reddediyorsa, ona da hemen kâfir damgasını vurmayalım. Çünkü o, İslâm’ı, Kur’an’ı değil de, benim ondan anladığımı reddetmiştir.
Demek ki Kur’an karşısında insanları ikiye ayırdık:
Olanlar. Yâni kitapla yol bulanlar, kitabın yol gösterisine tabi olan mü’minler. Sürekli kitapla beraber olup hayatlarını onunla düzenleyen muttakiler.
Yâni yaptıklarını ve yapmadıklarını kitaptan delillendirerek kitap rehberliğinde yürüyenler. Eylemlerini, düşüncelerini, bakışlarını, inançlarını kitapla özdeşleştirenler. Ben bunu kitabın şu âyetine göre yaptım! Bunu peygamberimin şu hadisine göre terk ettim diyebilenler. Vahyi tanıyanlar ve o vahiy eşliğinde hayatlarını yaşayanlar.
Olanlar. Kitabın uyarısının varlığıyla yokluğu kendileri için müsâvi olanlar. Kitap kendilerini ha uyarmış, ha uyarmamış fark etmez yaşayanlar. Kur’an diye bir kitap var mı, yok mu? Bundan habersiz yaşayanlar. Kitap ayrı bir vadide, kendileri ayrı bir vadide yaşayanlar.
Evet buraya kadar kitap karşısında, vahiy karşısında bu iki tavrı, bu iki insan tipini, vahiyle yolunu bulan mü’minleri ve vahiyden habersiz yaşayan kâfirleri anlattıktan sonra bakın Rabbimiz bunlardan farklı bir grup insanı daha tanıtacak:
8:”İnsanlardan kimileri de derler ki, inandık Allah’a ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır.”
Ama insanlar! Ama kullarım! Ama muhataplarım! Beni dinleyenler! diyor sanki Rabbimiz. Şunu da iyice bilin ki, şunu da asla unutmayın ki, böyle kesin çizgilerle insanların ayrıldığını her zaman göremezsiniz! Her zaman böyle baktınız, birine takvalı damgası vuracaksınız. Veya baktınız, bir başkasına kâfir damgası vuracaksınız. Pek öyle her zaman kesin çizgilerle bunları ayırt edemezsiniz. Veya:
“Bunlar kitabın temelidir, ama bir de müteşabihler vardır. Onun tevilini Allah’tan başkaları bilemez.”(Âl-i İmrân: 7)
Yâni Kur’an’ın topluma indirgenmesini gerçek olarak herkes bilemez. Ama Allah kesin bilir.
“İlimde Râsihûn olanlar der ki, biz buna inandık.”(Âl-i İmrân:8)
Yâni âyetlerin anlatmak istediğini anlayabiliriz belki, ama o âyetin anlattığı ile toplumsal problemlerin çözümünü birleştirmek herkes için mümkün olmayabilir.
Âyetin anlattıklarını toplumsal problemlerin çözümüne indirgeyip uyarlamak herkesin işi değildir. İşte bunun adına fıkıh diyoruz. Yâni; meselâ bu âyet şu problemi böyle çözer, ama şu âyet de vardır denilince, hayır o âyet şunu anlatır da bunu şu âyet çözer gibi âyetleri topluma yansıtma işinde kesinlikle herkes bilgi sahibi olamaz; hepimiz onu beceremeyiz. Herkes kapasitesi kadar becerir bunu.
İşte nitekim Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Efendilerimiz bazen yanılıyorlardı. Meselâ Rasulullah Efendimizin vefat haberi Hz. Ömer Efendimize ulaşınca “Kim Rasûlullah’ın vefat ettiğini söylerse ona şöyle şöyle yapacağım!” diyen Hz. Ömer’e karşı Hz. Ebu Bekir Efendimiz Âl-i İmrân sûresindeki şu âyeti hatırlatır:
“Muhammed peygamberden başka bir şey değildir. Ondan önce de pek çok peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz? (yâni tekrar küfre mi döneceksiniz) Her kim gerisin geriye dönerse bilsin ki Allah’a hiçbir zarar verecek değildir.” (Âl-i İmrân:144)
Âyetin olayla bağlantısını veya âyetin o hadîseye intibakını öğrenen Hz. Ömer Efendimiz; “Hayret sanki bu âyeti yeni duymuş gibiyim”! diyordu. Halbuki belki de bu âyeti sürekli namazlarında da okuyordu Ömer Efendimiz. Ama âyetin bu olayla irtibatını bir anda kuramamıştır. Aslında Hz. Ebu Bekir Efendimiz de Hz. Ömer Efendimiz de bildiği vahiyle hareket ediyorlardı.
Bakın âyet diyor ki: ”İnsanlardan kimileri de vardır ki.” E kim bunlar? Münâfıklar mı? Allah öyle dememiş. Ya ne? Kimileri de var ki. Demek ki Kur’an karşısında net iki tavır var. Kur’an karşısında iki uç tavır var, iki net tavır var.
Birisi Kur’an’la yol bulanlar. Kur’an’la yol bulanların tavrı.
İkincisi de Kur’an’a karşı ilgisiz kalanların tavrı. Bunlar Kur’an karşısında net ve belli tavırlardır.
Ama işte bu âyetin anlattığına göre bir üçüncü grup, bir üçüncü tavır daha varmış. Bunlar da bu iki grup arasında, bu iki tavır arasında gider gelirlermiş. Hani Nisâ sûresi şöyle diyordu:
“Onlar imanla küfür arasında bocalayan tabansızlardır. Ne onlardandır ne bunlardandır…” (Nisâ: 143)
Demek ki bunlar böyle tıpkı bir sarkaç gibi imanla küfür arasında gidip gelenlermiş. Onlar münâfıklar olunca ve âyetlerin sonunda da Allahu Teâlâ şöyle buyurunca:
“Şüphesiz ki münâfıklar cehennemin en aşağı tabakasında olacaklardır.” (Nisâ: 145)
Ulemâ demişler ki bunlar münâfıklardır. Aslında münâfık demeye de biraz cesaret ister yâni. Çünkü bazen kâfirdir bunlar.
Bakıyoruz sûrenin Nisa 17. âyetinde: Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden pişmanlık getirenlerin tövbesidir; işte Allah bunların tövbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
Diye örneklenerek anlatılan bu insanlar için âyetin devamında: (Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çattığında “Ben şimdi tövbe ettim” diyenlerle kâfir olarak ölenler için kabul edilecek tövbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.)Deni vermiş.
Yâni bu insanların kâfirlikleri beyan edili vermiş. Ama nedense ecdat bu bölümü görmemişler mi? Yoksa okumuşlar da demeye dilleri mi varmamış bilmem? Çünkü bu sayılacak işleri yapan, bu sıfatları üzerlerinde taşıyan insanlara kâfir demeye ecdadın, selef ulemânın pek cesareti olmamış.
Bizim tekfirci kardeşlerin, ellerine geçirdikleri fırçayla Allah’tan muhasebe memurluğu görevini üstlenmiş gibi önüne gelen herkese kâfir ve müşrik damgası vurmayı kendilerine iş edinmiş, dert edinmiş, kardeşlerin kulakları çınlasın.
Evet ecdat bu konuda çok titiz ve edepli davranmış. Bunlara kâfir demeye dilleri varmamış. Öyleyse ukalâlığın gereği yoktur.
Yâni öyleyse biz de edepli davranalım bu konuda ve onların kâfir demediğine biz de kâfir demeyelim.
Yâni bu aşağıda sayılacak özellikleri üzerinde taşıyan insanlara kâfir demeyelim; ama bu özelliklerin küfür özellikleri olduğunu da bilelim yâni. Bu ikisi, ayrı ayrı şeylerdir. Yâni biz nifak nedir biliriz ama, bu adam münâfıktır! demeye dilimiz varmaz, cesaretimiz olmaz. Şirki biliriz, şirki tanırız. Adamda şirk özelliği görürüz, ama bu adam müşriktir demeye cesaretimiz olmaz.
Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz kendisinde câhiliye alâmeti gördüğü Ebu Zer hazretlerine: “Ey Ebu Zer! Sende câhiliye özelliği görüyorum! Sende şirk özelliği görüyorum! Onu temizle!” demiştir, ama “sen kâfirsin! Sen müşriksin!” dememiştir. Demek ki bir adama sen müşriksin! Sen kâfirsin! Demek ayrı, sende şirk alâmetleri görüyorum! Demek ayrı ayrı şeylerdir.
Demek ki kişide bir an için bir özelliğin var oluvermesi, şirk özelliği veya nifak özelliğinin var oluvermesi onun müşrik veya münâfık olmasını gerektirmeyecektir. Ama adam onun şirk olduğunu, münâfıklık olduğunu anlamış, kavramış, kabullenmiş ve benimsemişse, varlığından razı olmuşsa, ondan rahatsız olmayacak biçimde onu kabullenmişse, işte artık o zaman o kişi müşrik veya kâfir olacaktır elbette.
Bu özellikler, demek ki bizim çok titiz ve dikkatli davranacağımız, böyle kılı kırk yararcasına üzerimizde bulundurmamaya çalışacağımız, gayret edeceğimiz, karşımızdakinde varlığını sezince de kulak kabartıp: “Aman ha! Ne olur ne olmaz! Bu adam yolunu kitaba sorarak bulmuyormuş! Hayatını kitaba danışarak yaşamıyormuş! Öyleyse ben de bu adama danışmamalıyım! Evimi, mutfağımı, ticaret hayatımı, okumamı, yazmamı bu adama sormamalıyım! Bununla bu konuları istişare etmemeliyim! Beni de saptırabilir! Ben de şirke düşebilirim!” diye, böyle bir teyakkuz halinde, böyle bir hassasiyet içinde olalım diyoruz.
Peki neymiş bunlar? Neymiş bu özellikler? Dikkat ederseniz sûrenin başında Rabbimiz beş âyetiyle mü’minleri, muttakileri anlattı. Sonra iki âyetiyle de kâfirleri anlattı. Şimdi burada da uzunca münâfıkları anlatmaya başlıyor. On üç âyetiyle bu münâfıkların durumunu, bu insanların karakterlerini anlatacak. Münâfıkların sıfatlarını anlatan âyetlerin kâfirlerden söz eden âyetlerden daha çok ve daha kapsamlı olduğunu görüyoruz.
Herhalde bunun sebebi şudur: Küfür meselesi de, iman meselesi gibidir. Bunların her ikisi de kesin ve net bir çizgi ifade ederler.
Yâni bu iki kesim de; mü’min de, kâfir de akide ve hayat konusunda tavrını net ve açık ortaya koymaktadır. İnançları konusunda her iki tarafta da bir kompleks söz konusu değildir. Açık ve nettirler. Hareketlerinde, tavırlarında, amellerinde ve düşüncelerinde onları tanımak kolaydır. Mü’min de, kâfir de belirgindir.
Ama şimdi anlatılacak olan münâfıklar çifte standart uyguladıklarından onları tanımak ve ortaya çıkarmak kolay değildir. Çizgileri, tercihleri, safları belli değildir adamların. Mü’min ve kâfir gibi inancı, düşüncesi, tavrı net ve açık değildir. Onun içindir ki Allahu âlem Rab-bimiz bu bölümde uzun uzun bu insanların özelliklerinden söz ede-cek. Bu çetin ve çetrefilli insanları uzun uzun örnekleriyle bize tanıtacak.
Bir de münâfıklar İslâm ve müslümanlar için kâfirden çok daha tehlikeli olduğu için uzunca anlatılmıştır diyoruz. Bir Ebu Cehil’in kâfir olarak İslâm’a ve müslümanlara verdiği zararın yanında bir münâfık olarak Abdullah İbni Übey’in verdiği zararın büyüklüğünü ve tehlikesinin boyutunu biliyoruz. İşte belki bu sebeplerden dolayı birkaç âyetle bize kâfiri tanıtan Rabbimiz bu bölümde uzun uzun münafığı anlatmaya başlayacak. Bakın derler ki bunlar:
“Derler ki; inandık Allah’a ve âhiret gününe! Ama onlar inanmamışlardır.”
Bunu diyen Allah’tır. Değilse ben bilemem ki inanıp inanmadığını. Nitekim Allah’ın Rasûlü bir seferde kelime-i şehâdeti söyleyen bir adamı öldüren bir sahabeye; “Neden yaptın bunu? Nasıl öldürdün onu? Demek şehâdet kelimesini söyleyen bir kimseyi öldürdün, öyle mi?” şeklindeki azarlamasına karşılık, o sahâbenin; “Ey Allah’ın Rasûlü, o aslında müslüman olmamıştır, ölümden korktuğu için kelime-i şehâdet söylemiştir” diyerek savunmasına son derece gazaplanan Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştu:
“Kalbini yardın da baktın mı?”
Öyleyse inandım! Dediği halde, şu aşağıda sayılacak işleri yapan insana, veya inandım dediği halde şu özellikleri üzerinde taşıyan kişiye inanmayacağız. İnandım dese de, ben de mü’minim dese de onun bu sözüne inanmayacağız. Çünkü:
9: “Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar.”
İnandım sözlerinin altında bu aldatmaca yatmaktadır. Demek ki o inandım diyen adamın hayatına bir bakacağız. Ya da inandım diyen benim hayatıma bir bakacağım ben önce. Çünkü Kur’an herkesten önce beni anlatır. Herkesten önce bana seslenir Kur’an. Hafazanallah eğer ben, benden önce karşımdakini anlamaya çalışır, benden önce karşımdakini anlatmaya çalışırsam, Allah korusun da o zaman ben, bir sonraki sayfada anlatıldığı gibi ateş yakıp; yaktığı bu ateşle çevresini aydınlatan, ama sonra kendisi karanlıklar içinde kalan insan gibi olurum. İşte eğer öyle olmak istemiyorsam, o duruma düşmek istemiyorsam, önce ben kendime bakmalıyım. Kendime bir bakıyorum: Allah’a inanıyorum diyorum. Âhirete inanıyorum diyorum. Söz olarak öyle diyorum ama, ya inanmayanlardansam! Ya kendi kendimi aldatıyorsam! Ya inanmadığım halde iman iddiasında bulunuyorsam! Peki neymiş bunun ölçüsü? Nasıl anlayacakmışız bunun aslını?
“Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar.”
Allah’ı ve mü’minleri aldatırlarmış onlar. Allah’la ve mü’minlerle dalga geçerlermiş. Eh biraz serinledik değil mi öyle olunca? Çünkü elhamdülillah ki, böyle bir derdimiz yoktur. Allah’a şükür Allah ve mü’minleri aldatma yolunda değiliz.
Ama Allah korusun da ya bizim durumumuz şöyleyse: Allah: Şöyle şöyle yapın! dedikçe, Allah: Böyle böyle yapmayın! diye emrettikçe, şöyle diyerek Allah’la dalga geçenlerdensek: Tamam Ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi! Doğru Ya Rabbi! Ama ne yapayım anam ya Rabbi! Ne yapayım babam ya Rabbi! Ne yapayım toplum ya Rabbi! Tamam, anladım da ya Rabbi, şu anda ortam müsait değil! Tamam, namaz, iyi, kılacağım da ama şu anda vaktim yok ya Rabbi! Tamam, anladım, örtüneceğim de okul bitmedi henüz! Tamam, kitabınla ilgi kurmam gerektiğini anladım da ya Rabbi, ama ne yapayım, işim, aşım elvermiyor! Amirim izin vermiyor! Yönetmelikler yolumu kesiyor! Âdetler ağır basıyor! Modaya karşı gelemiyorum! Toplum yadırgıyor! Çevrem müsaade etmiyor! diyerek Allah’la dalga geçenlerdensek.
Ya da kitap ve sünnete çağrıldığımız zaman. Her şeyden ve herkesten önce kitabı ve sünneti tanımadan müslüman olamayacağımız gerçeğini öğrendiğimiz zaman: Allah Kerîm be! Allah bekler yahu! Allah kusura bakmaz! diyerek Allah’la alay edenlerdensek, bekleyenlerdensek o zaman Allah korusun, bu âyetlerde anlatılacak insan biziz demektir.
Onlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmak isterler. Allah ve mü’minlerle dalga geçmek isterler. İnanmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak, mü’min olmadıkları halde mü’min maskesi takarak kullandıkları sloganlarla Allah’ı ve insanları aldatmak isterler.
Daha önceki âyetlerde söylediğim gibi iman, sadece dil ile ben inandım demekten ibaret değildir. İman; dilin tasdiki, kalbin tasdiki ve fiilin tasdikidir. Yâni inandım dediği konunun fiille, amelle görüntülenmesidir. Eğer sadece dil ile ben inandım demek yeterli olsaydı, o zaman tüm münâfıkların da müslüman sayılmaları gerekecekti. Zira onlar da biz müslümanız diyorlardı. Halbuki:
“Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söyleyip duruyorlar!” (Âl-i İmrân: 167)
Buyurur âyet-i kerîme. Bakın bu tip insanlara diyor ki Allah :
“Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.”
Allah buyurur ki: Sizler ey inanmadıkları halde iman iddiasında bulunan münâfıklar! Bu tür iddialarınızla ancak kendinizi kandırabilirsiniz! Ne Allah’ı, ne de müslümanları kandıramazsınız!
Allah’ı zaten kandıramazsınız da, mü’minleri de kandıramazsınız. Çünkü bu aldatmacalarınızla mü’minin, ancak malını alabilirsiniz. Bu yalanlarla mü’minin en fazla canını alabilirsiniz. En fazla öldürürsünüz onu. Ama ne fark eder, gerekirse ben bir daha veririm ona! Ama ona can cennette lâzım zaten.
Evet bunlar, inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak Allah’ı ve mü’minleri kandırdıklarını zannederler. Ama bakın, Allah kendini mü’minlerin safında kılıyor. Mü’minlere karşı tertiplenen komployu, kendisine yapılmış kabul ediyor. Bu mü’minler için hem en büyük bir şeref, hem de onlardan korkmamaları konusunda en büyük bir destektir. Aynı zamanda münâfıklar için de en büyük bir tehdittir.
Yâni onlar bu tür davranışlarıyla başkalarını değil, ancak kendi kendilerini aldatıyorlar. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1-Bu zavallılar, tavırlarıyla gelecekleri konusunda, âhiretleri konusunda kendi kendilerini aldatmaktadırlar. Dünyada inanmış göründüklerinden dolayı kendilerine zahiren İslâm’ın hükümleri uygulanır. Ama Âhirette:
“Cehennemin en aşağısına gideceklerdir onlar.” (Nisâ: 145)
2- Bunlar niyetlerini gizlemeye çalışırken Allah’ın kalplerden geçen niyetleri bildiğini hesaba katmamakla kendi kendilerini aldatmaktadırlar.
3- Bir de Allah’ın onlarla ilgili âyetler göndererek durumlarını açığa çıkaracağını bilmediklerinden durumlarının perde arkasında gizli kalacağını zannederek kendi kendilerini aldatmaktadırlar ama:
“Şuurları da yoktur bu konuda.” Peki bu kimseler neden böyle davranırlarmış ?
10:”Kalplerinde hastalık vardır onların. Allah da (Kur’an’ı indirmekle) hastalıklarını artırmıştır.”
Demek ki bunların kalbi hastaymış. Kalplerinde hastalık varmış. Ama bunlar tedaviden yana da olmayınca, Allah onların hastalıklarını artırmıştır. Peki acaba kalbin hastalığını nasıl anlayacağız? Kalbi hasta olmak ne demektir?
İnsan kalbini öğreniyoruz. Bu sefer üç çeşit kalp sunuyor Allah bize:
1- Birincisi kâfirin kalbi: Sûrede daha ilerde gelecek:
“Bakara hadîsesinden sonra yine de inanmadılar da kalpleri kaskatı kesiliverdi! Hattâ taştan da katı kesildi!” (Bakara: 74)
Diyordu Rabbimiz. Kâfirin kalbi taş gibi kaskatıdır. Hattâ taştan bile katıdır. Çünkü:
“Zira öyle taşlar vardır ki içinden nehirler fışkırır. Öylesi de vardır ki yarılıp içinden sular akar. Kimi taşlar da Allah korkusundan baş aşağı yuvarlanır.” (Bakara: 74)
Kâfirin kalbi taştan da katıdır. Âyet-i kerîmede anlatıldığına göre taşlar Allah’ın yağmur, kar, güneş, oksijen, rüzgar gibi meşhûd âyetlerinden etkilenerek kimileri içinden su fışkırırken, kimileri yerinden kopup aşağıya doğru yuvarlanmaktadır.
Yâni taşlar Allah’ın âyetlerine yol verip içinden sular fışkırtmaktadır. Allah’ın âyetleri taşların içine kadar nüfuz edebilmektedir. Taşlar bile Allah’ın âyetlerinden etkilenip onlarla türlü şekiller alırken, kâfirin kalbi o kadar katı ki, ne Allah’ın yağmur, kar, güneş, rüzgar, oksijen gibi meşhûd âyetlerinden, görsel âyetlerinden, ne de metluv âyetler dediğimiz şu elimizdeki Kur’an âyetlerinden etkilenmektedir. Âyetler bunların kalplerine nüfuz edememektedir. Âyetler bunların kalplerinde tesir icra edememektedir. İşte kâfirin kalbi böyledir. Taşlardan bile kaskatıdır.
2- Bir kalp türü daha vardır ki, o da mü’minin kalbi. Allah’ın âyetleriyle itminan bulan, yatışan kalp. Allah’ın iki tür âyeti vardır.
Birisi metlûv âyetler, yâni kulağa hitap eden işitsel dediğimiz şu elimdeki okunan Kur’an âyetleri. Ötekisi de görsel dediğimiz göze hitap eden meşhûd âyetler. Güneş gibi, ay, yıldızlar, bulutlar, insanlar, bitkiler, hayvanlar gibi kâinatta Allah’ın yerleştirdiği müşahede edilen göze yönelik âyetlerdir. Mü’minin kalbi, Allah’ın bu iki tür âyetlerinden de etkilenen kalptir.
“Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur, doyuma ulaşır, sükûnete erer.”(Ra’d: 28)
Âyeti bunu anlatır. Âyet-i kerîme de anlatılan zikir, Kur’andır. Yâni kalpler ancak Kur’an’la mutmain olur. Ancak Kur’an’la itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp, Allah’ın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana ulaşacaktır.
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır Ve yalnız Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal: 2)
Demek ki Allah’ın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü’minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. İşte bu da mü’minin kalbidir.
Bu iki âyetin bize anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu, elimizdeki şu Kur’an âyetleridir. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşmasının ikinci yolu da Bakara :260 âyetinin anlattığına göre meşhûd âyetlerdir. Hani İbrahim Aleyhisselâm: “Ya Rabbi ölüleri ölümünden sonra nasıl dirilttiğini görmek istiyorum!” demişti de Allah: “İnanmıyor musun ey İbrahim?” bu-yurunca: “İnanıyorum ya Rabbi! Ancak:
“Kalbim tatmin olsun için” (Bakara 260)
İstiyorum bunu!” Demişti. İşte kalplerin itminana kavuşmasının ikinci yolu da Allah’ın yeryüzündeki müşahede edilen, görülen âyetlerini bizzat görmektir. Müminin kalbi de böyledir.
3- Bir de bu ikisinin arasındakilerin kalbi var ki; işte hasta olan kalp bu kalptir. Bu kalbin hastalığı kalbin uyum sağlayamamasıdır. Biliyoruz ki, kişinin ruh ve bedenindeki uyumunun adına sıhhat denir denir. Ruh ve bedendeki uyumsuzluğun adı da hastalıktır. Ruhtaki dengesizlik bedende görülür. Çünkü ruhun morardığını kimse görmemiştir. Eğer biz sebepleri ve tezahürleriyle bedenin hastalığını anlaya-bilirsek, buna kıyasla ruhtaki hastalığı da tanıma imkânımız olacaktır.
Bedenin hastalığı, bedenin sıhhat ve selâmetinin aslî fonksiyonunun bozulmasıdır. Görme ve işitme duyularının bozulması gibi hasta olan bir bedende de idrak ve hareket bozulur. Yahut da beden hastalandığı zaman eşyayı tamamen farklı olarak idrak etmeye başlar. Meselâ acıyı tatlı, tatlıyı acı hissetmeye başlar ve hazım bozukluğu şeklinde tezahür edebilir. Meselâ bazı gıdalardan hoşlanmaz hale gelebilir. Beden hastalıklarının tezahürü böyledir.
Bir de bedendeki bu hastalık iki şeyden kaynaklanır:
1- Madde noksanlığındandır. Uzun bir süre hiçbir şey yenmemişse o zaman beden hastalanır. Ve gıda almaya mecburdur.
2- Madde fazlalığındandır. Beden çok fazla gıda alırsa yine hastalanır. O zaman da o gıda fazlalığını atmak zorundadır. Aynen bunun gibi kalp hastalığı da irade ve tasavvurun bozulmasına sebep olan bir hastalıktır. Kalp hastalığının tezahürü de kişide irade ve tasavvurun bozulması şeklinde gerçekleşir. Kalbi hasta olan kişide:
1- Tasavvur bozulur. Yâni hakikati göremeyecek, yahut da olduğundan farklı görecek şekilde birtakım şüphe ve tereddütlere maruz kalır.
2- İrade bozulur. Yâni insan o zaman, doğru olandan hoşlanmayıp zararlı olandan, bâtıl olandan hoşlanır hale gelecektir. Meselâ İslâm’dan hoşlanmayıp küfürden hoşlanır. Tesettürden nefret edip çıplaklığı sever. Sudan tiksinip içkiden hoşlanır hale gelecektir.
Nasıl ki beden hastalığı ya gıda eksikliğinden, ya da gıda fazlalığından kaynaklanıyorsa. Kalp hastalığının kaynağı da böyledir. Ya gıda eksikliğindendir, gıda alınmalıdır, ya da gıda fazlalığındandır fazlalık atılmalıdır. Kalbin gıdası bilgidir. Bundan dolayıdır ki:
“Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır.”
Âyetindeki maraz kelimesi pek çok müfessirlerce bilgisizlik, yâni şüphe ve tereddüt olarak anlaşılmıştır. Biliyoruz ki bir şey hakkında şüphe, o konuda bilgi eksikliğinden kaynaklanır. O konudaki şüphe ve tereddütler kalbi istila eder ve o konuda tam bilgi gelinceye kadar bu durum kalbe elem verir. O konuda tam bir bilgi elde edilince kalpteki tüm şüphe bulutları dağılıverir. Onun içindir ki Allah’ın Rasûlü:
“Bilmediklerinden sorsalardı ya! Zira cahilliğin şifası sormaktır.”
Buyurur. Kalbin sahibi ve doktoru olan Allah; yukarıdaki âyetlerde, onun doyuma ve sükûnete kavuşmasının iki yolundan bahsetmişti. Bunlardan birisinin Metluv âyetler dediğimiz şu Kur’an âyetleri, ikincisinin de meşhûd âyetler dediğimiz kâinatta serpiştirilmiş görsel âyetler olduğunu haber vermişti.
Bu münâfıklar bu âyetlere yönelmediklerinden, tedaviden yana olmadıklarından Kalbin gıdasını almadıklarından dolayı kalpleri hastadır. Kalbin gıdası olan gerçek bilgiye, Allah bilgisine, vahiy bilgisine yönelmediklerinden dolayı kalpleri hastadır. Allah’tan gelen mutlak doğru bilgiler onların kalplerine girmediğinden kalpleri şüphe, tereddüt ve cehalet bulutları tarafından istila edilmiştir.
Bir de beden nasıl ki, ondan zararlı şeyleri atıp faydalı şeyleri almakla gelişip sıhhatli oluyorsa, kalp de ancak onun sıhhatini bozacak zararlı şeylerden onu koruyup, bilgisizlik, şüphe ve günahlar gibi zararlı şeyleri atıp, faydalı şeyleri almakla sıhhatine kavuşacaktır.
Kalpte atılması gereken zararlı gıda fazlalığı vardır. Adam felsefe okumuştur, sosyoloji bilgileri almıştır, zararlı şeyler okumuştur ki, bunlar atılmalıdır. İşte bu insanların kalbi uyumsuzdur. Ama uyuma gitmediklerinden, uyumu aramadıklarından, tedaviyi istemediklerinden kâfir olamıyorlar, ama mü’min de olmuyorlar. Bu ikisi arasında kaldıklarından dolayı hastalıkları arttıkça artıyor.
Burada aslında Cenab-ı Hak, nifakın sebebini anlatıyor. Münâfıklığın nereden kaynaklandığını anlatıyor. Nifakın sebepleri tespit ediliyor.
Âyetten anlıyoruz ki nifak, insanın kalbini, içini kemiren psikolojik bir komplekstir. Çünkü bir insan, bir şeye ya inanır ya da inkâr eder. Her iki halde de durum normaldir ve sağlıklıdır.
Kişi iman ya da küfür tercihinin gereğini yapar ve rahat eder. Eğer iman etmişse, hayatında iman çizgisini sürdürür. Eğer kâfirse bu sefer küfür, onun hayatına birtakım programlar yerleştirir ve onu takip eder gider.
Ama bir adam düşünün ki ne iman adına, ne de küfür adına tercihini yapamamışsa, mü’min değilken mü’min gibi ameller işlemeye mecbur kalmışsa, işte bu normal bir şey değildir. Böyle inanmadığı bir hayatı yaşayan, ya da hayatı imandan kaynaklanmayan kişi, kalben hasta demektir.
Maraz aslında bir şeyin aslîyetini, aslî fonksiyonunu bozan illettir. Fıtrat-ı aslîyesi gereği her kalp sıhhatlidir. Ama bunlar kalplerinin kendisiyle itminan bulacağı, yatışacağı kalbin gıdası olan Kur’an’la ilgi kurmadıklarından, ya da kalbi sükûnete ulaştıracak bilgiden mahrum olduklarından kalpleri hep şüphe içindedir. Bunlar:
Olan Kur’an’dan şüphe ederler. Allah’tan şüphe ederler, mü’minlerden şüphe ederler, her şeyden şüphe ederler. Hattâ kendilerinden bile şüphe ederler. Kendilerini merkez kabul ederler, bu konuda ve kendileri şüphede ise, herkesi ve her şeyi şüphede görürler. Yâni kıyas-ı nefs ederler.
Allah, peygamber, kitap, mü’minler, dağlar, taşlar, denizler, ağaçlar hep kendilerini aldatıyor zannederler. Ama zevklerine, keyiflerine o kadar düşkündürler ki, bu adamlar hiç onlardan şüphe etmezler. Acaba bunların aslı esası var mıdır? Acaba bu gidişimin sonu nereye varacaktır? Bundan hiç şüphe etmezler. Mümin değilken bile kendilerini mü’min zannederler. Mü’min yanında mü’min, kâfir yanında da kendilerini kâfir zannederler. Bütün bunları da ne için yaptıklarını hiç düşünmezler. Çünkü şuurları da yoktur bunların diyor Rabbimiz.
“Allah da onların hastalıklarını artırmaktadır.”
Bunun bir kaç mânâsı vardır:
1- İkiyüzlülüklerinin bir müddet için başarılı sonuçlar verdiğini görünce onun iyi bir yol olduğuna inanırlar ve emin bir şekilde yollarına devam ederler. Böylece Allah onların nifaklarını artırmaktadır.
2- Ya da onların nefislerine ağır gelecek, yeni yeni âyetler göndererek, yeni yeni emirler, yeni yeni teklifler göndererek onların kalplerinin hastalığını daha da arttıracak Allah, demektir bunun mânâsı.
3- Bir de hastalık, hastalığı doğurur. Maraz, marazı davet eder demektir bu. Öyle bir zulmet ki; zulmet, zulmeti doğuracaktır. Bir hata yapacak, bir hatası başka bir hatayı çağıracaktır. Bir israf yapacak, ardından diğer bir israf onu takip edecektir.
Bir yalan söyleyecek, ikinci, üçüncü bir yalan peşinden gelecektir. Gözle zina edecek, arkasından bir fırsatını bulacak elle zina edecek, daha ileride nihâyet bedenle bu işi yapmaya kalkacaktır. Bir kadeh alacak, sonra arkasından ikinci bir kadeh, üçüncü bir kadeh ve en sonunda sarhoş olup hanımını boşamaya kadar götürecektir işi. Bir video alacaktır evine, sonra çirkin bantlara uzanacaktır. Sosyalleşme diye başlayacaktır önce işe, sonra da şeytanın kucağında bulacaktır kendisini. Önce politik diyecek, sonra da politize olmak isterken dün çok sevdiği adamın yarın karşısına dikilecek ve onu yemeye çalışacaktır. Bir hastalık daha başka hastalıkları doğuracaktır.
İşte aynen bunun gibi münâfıkların kalpleri hastadır ve Allah bunların hastalıklarını artırmaktadır. Peki acaba bu eylemin Allah’a izâfesini nasıl anlayacağız?
Yâni nifakı ve münâfıklığı lânetleyen Allah, acaba niçin onların nifakını artırıyor? Allah’ın, onların nifakını artırması, aslında Cenab-ı Hakkın yeryüzünde eşyanın tabiatı olarak belirlediği doğal yasalar açısındandır.
Yâni ister iman olsun ister nifak olsun, tüm fiillerin gerçekleşmesi için gereken şartları ve imkânları hazırlayan Allah’tır. Lâkin bu eylemi bizzat kendi hür iradesiyle gerçekleştiren insanın kendisidir. Yâni onlar iradelerini bu yolda kullanmışlar, Allah da istedikleri şeyi yaratmıştır, diyoruz.
Zira bu adamlar böyle bir duruma gelmeyebilirlerdi. Dahası, hattâ şu anda bile bu durumdan kurtulma, nifaktan vazgeçme imkânlarını yitirmiş değillerdir. Her ân vazgeçebilirler, her ân dönebilirler bu durumdan. Her ân tevbe imkânına sahiptirler. Dönüş yaptıkları anda Allah onların dönüş kapılarını açık tutmaktadır.
“Yalan söyleye geldikleri için onlara acıklı bir azap vardır.”
Yalan saymalarından ötürü onlar için elim bir azap, elem verici bir azap, dayanılmaz bir azap vardır. Yalan sayıyorlardı onlar.
Yalan sayıyordu onlar. Yalan saymak. İnkâr ediyorlardı değil bakın. Yalan sayıyorlar. Peki ne demekmiş yalan saymak? Yalan saymak, inkâr etmekten ayrıdır. Yalan saymanın ne demek olduğunu, yalan sayma işinin toplumda nasıl örneklenmesi gerektiğini bugüne kadar bilmiyordum. Bunu örnekleme konusunda gerçekten çok zorlanırdım. Ama Buhârî’yi okuyordum elhamdülillah, Buhârî’de Allah karşıma çıkarıverdi. Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
“Çarşı pazarda insanlar dükkan ve tezgahlarıyla uğraşırken bir atlı koşarak gelse ve dese ki: “Savulun! Dağılın! Kaçın! Başınızın çaresine bakın! Bir ordu geliyor şuradan! Hepinizi kılıçtan geçirecek” Bu haberi tasdik edenler, saddaka yapanlar hemen hazırlanıp kaçarlar. Ama tekzip edenlerse, kezzebe yapanlarsa: “Yok ya! Bu adam yalan söylüyor! Bu adam benim ticaretimi kıskanıyor da ondan! Bana kini var, benim kazanmamı istemiyor da ondan! Bana oyun oynayıp pazarıma konmak istiyor da ondan!” diyerek habere ve haberciye aldırış etmezler. Hiçbir tedbir almadan böyle oyalanıp dururken başlarına nelerin geleceğini bilemezler” diyor.
Rasûlullah Efendimizin bu beyanına göre kezzebe; inkâr etmek değildir aslında. Adam sözü anlıyor, söz olarak kabulleniyor. Tamam, atlı gelmek nedir? Bunu biliyor, kılıçtan geçmek, geçirilmek nedir? Bunu biliyor, anlıyor, ama bunu eylem ile göstermiyor. Gereğini yapmıyor. İşte yalan saymak budur.
Meselâ diyorsunuz adama: Arkadaş dışarı mı çıkıyorsun? Aman dikkat et! Dışarıda çok şiddetli soğuk var, kar yağıyor! Aman pardösünü giymeden çıkma! diyorsunuz. Adam kar nedir? Soğuk nedir? Bunu biliyor, pardösüsünü giymesi gerektiğini biliyor, anlıyor; ama yine de giymeden çıkmaya kalkışıyorsa işte bu yalan saymaktır. Namazın farz olduğunu, kılınması gerektiğini biliyor adam, ama yine de kılmıyor gibi. Hani Müddessir sûresinin son bölümünde anlatılıyordu:
“Bizler din gününü yalan sayanlardandık.”(Müddessir: 46)
Deniyordu. Dünyada mü’min görünen suçlular anlatılıyordu. Yâni dünyada mü’min zannedilen ama soluğu cehennemin kapısında alan bu insanlara müslümanlar, cennete girenler şaşkınlık içinde şöyle soruyorlardı:
“Hayrola ya! niye geldiniz buraya? Bir yanlışlık filan mı oldu?” (Müddessir 42 )
Siz mü’min değil miydiniz? Ne işiniz var sizin burada? Buyurulunca bunlar dört suç sayıyorlar: Bu suçlardan birisi de:
“Biz din gününü yalan sayardık.” (Müddessir 46 )
Bakın din gününü inkâr ederdik değil, yalan sayardık. Meselâ adama soruyorsunuz: Arkadaş ölecek misin? Diyor ki, evet. Dirilecek misin? Evet. Hesap kitap var mı? Evet. Cennet, cehennem var mı? Evet. Peki Allah kâdir mi? Yapar mı bunu? Evet, evet, evet. Hepsine inanıyor adam. Ama bakıyoruz bu tamam saydığı, bu inandığı konulara aldırış etmeden yaşıyor. Yaşadığı hayatta bu inandığı şeylerin kokusunu bile görmek mümkün değil. Öyle bir hayat programı var ki adamın, bu inancının hiç mi hiç etkisi yok.
Yâni imanının, inandım dediği şeyin gereğini yapmıyor. Veya imanını amele dönüştürmüyor. Çok korkunç bir suç değil mi bu? Namaz kılması gerektiğine inanıyor, ama kılmıyor. Örtünmesi gerektiğine inanıyor, ama örtünmüyor. Kur’an’ı, sünneti tanımadan müslümanlık olmayacağına inanıyor, ama farklı yaşıyor. Çoluk çocuğunu eğitmesi gerektiğine inanıyor, ama yaklaşmıyor. İşte yalan saymak budur ve çok büyük bir suçtur. Öyleyse inandık dediğimiz şeyleri amele dönüştürmeye çalışalım inşallah. İnancımızı sadece söz planında, iddia planında bırakmayalım. İmanlarımızı hayatımızla, eylemlerimizle yalanlayanlardan olmayalım.
11:”Kendilerine yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! Denildiği zaman.”
Böyle yaşayanlara, bu tür insanlara denilse ki: Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! Fesat çıkarmayın! Yâni yaşadığınız bölgede. Çünkü yeryüzü hem tüm arz anlamına kullanılır, hem de kişinin yaşadığı bölge demektir. Çünkü Firavun için öyle denmişti:
“Muhakkak ki Firavun yeryüzünde bozgunculuk yapıyordu.” (Kasas: 4)
Yeryüzünün her yeri değil tabii. Sadece Mısır’da yapıyordu Firavun bunu. Ama âyet-i kerîmede yeryüzünde denmiştir.
Onlara: Bölgenizde bozgunculuk yapmayın! Denildiğinde. Artık bölgeniz Meram mıdır? Selçuklu mudur? Karatay mıdır? Türkiye midir? Afganistan, Pakistan mıdır? Herkes kendi bölgesinde veya kendi evinde, kendi dükkanında bozgunculuk yapmasın! Denildiğinde derler ki:
“Bizler ancak ıslah edicileriz! Derler.”
Hayır, biz bunları, bu yaptıklarımızı düzen için yapıyoruz! Düzenlemek için yapıyoruz derler. Allah diyor ki bakın:
12:”Dikkat edin! (Gözünüzü açın!) Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında değiller!”
Ey mü’minler! Ey Kur’an’ın muhatapları! Ey Kur’an’la çevreyi tanıması gerekenler! Ey hadîselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakması gerekenler! Ey Kur’an’la hem kendilerini, hem de çevrelerini tanıması gerekenler! Açın gözünüzü ve dikkatli olun! Dikkatli dinleyin ki:
“Onlar aslında gerçek bozguncular da farkında değiller!”
Sakın ha! Bu insanların kendi kendilerine düzenci kesilmelerine inanmayın! Aldanmayın! Onlar aslında düzen bozucudurlar.
Peki düzen bozmak ne demektir? Düzen ne demektir? Bu konuyu tek cümleyle özetlersek: Allah’ın düzen dediği şey düzendir, düzensizlik dediği de düzensizliktir.
Düzen, ya da düzensizlik, fesat, ya da sulh, ifsat, ya da ıslah bunlardan biri mü’minin tavrı, diğeri de münafığın tavrıdır. Veya değişik söyleyelim: Bunlardan biri imanın sonucu, diğeri de küfrün sonucudur. İnancın gereği olan amel amel-i salihtir. İmansızlığın gereği olan amel de amel-i gayri salihtir.
Fesat; ıslahtan sonra yapılan şeydir. Yâni fesat bozmadır, düzeni bozmak demektir. Allah: Ben arzı ve ondakileri düzenledikten sonra sakın onu bozmayın diyor. Allah düzenlediği arzda bir vakte kadar bizim oturmamızı istemiş ve onun ıslahı ve fesadından bizi sorumlu tutmuştur.
Öyleyse işimiz küfür ve şirk değil imandır. İsyan değil itaattir. Bozmak değil yapmak, ihtilal değil intizam, zulüm değil adâlet, fesat değil ıslahtır.
Dersimize ait önemli notlar ders sonu değil , ilgili cümlenin yanına parantez ile belirtilmiştir. Bu dersimizde mürted konusunda Ali Küçük Hocamızın mürted öldürülmelidir şeklindeki konuşması parantez içinde açıklanmış olup, müslümanlara zarar vermediği sürece öldürme durumları da kuranda belirtilmiştir.